Kırgızistan’daki beş günümden üçünü Issık Göl ve çevresindeki şehir, kasaba ve köyleri gezmeye ayırmıştım. Finali ise son gün başkent Bişkek’te yapacaktım.
Ülkenin kuzey doğusunda yer alan Issık Göl, Kırgızistan’daki birçok göl içinde en büyüğü ve en önemlisi. Bunun yanı sıra dünyanın en büyük ikinci krater gölü olarak biliniyor. Kırgız dilinde Issık Göl “sıcak göl” anlamına geliyor. Civardaki yerleşimlerde rakımın yer yer 1600 metrenin üzerine çıktığı ve kışların oldukça sert geçtiği bu bölgede, Issık Göl kışın donmuyor. Yazın da suyunun sıcaklığı göle girilebilecek seviyelere; 20 derecelere ulaşıyor.
Issık Gö, gerek Kırgızların, gerekse turistlerin en çok ziyaret ettiği yerlerin başında geliyor. Nedeni de çevresinde hem doğal güzellikleri, hem de tarihi açıdan görülmeye değer yerleri barındırması. Zaten Kırgızistan kıvrımlı dağları, gölleri, vadileri, kısacası doğasıyla son derece etkileyici ve güzel bir ülke. Bişkek’ten ayrılıp Issık Göl’e doğru yol alırken, belli bir süre sonra özellikle Tanrı dağlarının bizi hiç yalnız bırakmayan karlı tepeleriyle manzaralar giderek güzelleşti.
Yol üzerindeki ilk durağımız, tarihten bildiğimiz Karahanlı Devleti’nin başkentlerinden biri olan tarihi Balasagun şehri oldu. Bu eski kent günümüzde Bişkek’in 75 km doğusunda yer alan Tokmok kenti sınırları içinde kalıyor. Burada günümüze kadar gelmeyi başarmış Burana Kule’sini ziyaret ettik.
Ardından doğuya, Issık Göl’e doğru devam ettik. Bugün Issık Göl’ün kuzey kısmını boydan boya geçip, gecelemeyi onun ilersindeki küçük bir şehir olan Karakol’da yapacaktık. Dönüşte ise Issık Göl’ün güney sahilini takip ederek Bişkek’e ulaşacaktık. Bu bize gölün her iki tarafını da etraflıca gezme imkanı sağlayacaktı.
Muhteşem manzaralar eşliğinde yol alıyorduk. Bu yolculuğumuzda bize karlı ve kıvrımlı tepeleriyle Kuzey Tanrı Dağları’nın (Tian- Shan) bir uzantısı olan Kungey Ala –Too Dağları eşlik ediyordu. Tokmok’tan yaklaşık 190 km mesafedeki, Issık Göl kıyısında yer alan Çolpon-Ata şehri ikinci gezi noktamız oldu.
Burana Kulesi :
Burana Kulesi 11. yüzyıla tarihleniyor. Bir cami minaresi olan kulenin orijinal yüksekliği 46-47 metre dolaylarındayken, günümüzde bunun sadece 24 metresi ayakta kalmış. Gövdesi sekizgen ve işlemeli olan Burana Kulesi’ne spiral şeklindeki çok dar bir merdivenden çıkılıyor. Tepeye tırmandığınızda ise Tanrı Dağları’nın çok nefis bir manzarasına tanıklık ediyorsunuz. Kule önce 1920’de, daha sonra 1974’de ve son olarak ta 2016’da restorasyon geçirmiş.
Merdivenler oldukça dar olsa da, yukarıya kadar tırmandım. Yukarıda karla kaplı Tanrı dağlarının muhteşem bir görüntüsü beni bekliyordu.
Ardından biraz ötedeki 9-12 yüzyıllardan günümüze kadar gelmiş Balbal taşlarını (mezar taşları) görmeye gittim. Son olarak ören yerindeki küçük müzeyi gezdim. Müzedeki önemli eserlerden biri de, 11 yüzyılda bu topraklarda yaşamış Uygur Türklerinden ilim erbabı Yusuf Has Hacip’in (kendisi Balasagunlu Yusuf olarak ta bilinir) ölümsüz eseri Kutadgu Bilig’in bir kopyasıydı.
Çolpon-Ata :
Çolpon-Ata Issık Göl’ün kuzey kıyısındaki yaklaşık 13 bin nüfusa sahip küçük bir şehir. Bizim geldiğimiz soğuk bir ekim günü olduğundan yollar ıssız ve sakindi. Rehberim Bakıt’ın dediğine göre özellikle yazın burası canlı ve hareketli oluyormuş. Kızgızlar için bir sayfiye yeri olan Çolpon-Ata’ya, çoğunlukla Bişkek ve çevresinde yaşayan aileler yaz tatillerini geçirmek için geliyorlar. Burada göle girip serinliyerek Bişkek’in o sıcak günlerinden belli bir süre uzaklaşmış oluyorlar. Rakım 1600 metre civarında olduğundan, yazın öyle bunaltıcı bir sıcak söz konusu değil. Gölün çevresinde plajlar var. Ayrıca açık hava kafeleri ve diskolarla şehrin ambiyansı değişiyor. Burası Kırgızların yanı sıra turistlerin de yazın ilgi gösterdiği yerlerden birisi. Özellikle zengin Kazak ve Rus turistlere sıkça rastlanıyor. Batılı turistler ise özellikle at binmeye ve Çolpon-Ata’daki müzeleri, kayalara oyulmuş resimlerin bulunduğu ören yerini görmeye geliyorlar.
Büyük bir alana yayılmış bu ören yerinde geri plandaki dağlardan milyonlarca yıl önce kopup geldiği söylenen iri kayaların bazıları üzerine çizilmiş ilkel resimler vardı. Bu resimler MÖ.1500’lere yani Bronz Çağı’na tarihlenirken; çoğunluğu MÖ.8 yüzyıldan MS.1 yüzyıl uzanan döneme ilişkinmiş.
Çolpon-Ata’da Bölgesel Müze, Nomad (Göçebe) Müzesi gibi birkaç müze vardı. Benim seçimim göl kıyısındaki Rukh Ordo Kültür Merkezi oldu. Bu ilginç müze çok güzel düzenlenmişti. Burada beş önemli dinin canlandırılmasıyla birlikte, efsanevi ve tarihi karakterlerin tasvirlerine yer verilmişti. Atatürk te bunlardan biriydi. Burada heykelini görmek benim için hem sürpriz oldu; hem de büyük mutluluk verdi.
Uzun, yorucu ama keyifli geçen bir günün sonunda Karakol şehrine biraz geç sayılabilecek bir saatte vardık. Aslında bu tur için ayırabilecek bir günüm daha olsaydı, ilk gecelemeyi Çolpon-Ata’da yapardım. Bu bölgeyi gezmeyi düşünen gezginlere üç gece dört gün sürecek bir tur yapmalarını öneririm.
Karakol :
Çolpon-Ata’dan yaklaşık iki saatte ulaşılan Karakol tarihi ve güzel bir şehir. Kırgızistan’ın en eski şehirlerinden biri. 1869 yılında kurulmuş. Sokaklar birbirini dik açı yaparak kesiyor; tıpkı Avrupa’nın birçok kentinde olduğu gibi. Eski evlerin yanı sıra, tarihi Dungan Camii, Kutsal Üçlü Ortodoks Katedrali, Tarih Müzesi ve parklarıyla görmeye değer bir şehir. Şehir’de Lenin’in bir heykeli de bulunuyor. Ertesi sabah yaklaşık 70 bin nüfuslu bu küçük şehri zamanımız ölçüsünde gezip, buradan ayrıldık.
*Dungan Camii :
Cami, 1910-1912 yılları arasında Pekin’den davet edilen Dunganlı ustalar tarafından ahşaptan inşa edilmiş. Yapımında hiç çivi kullanılmamış. Mimarisi itibariyle Çin Budist tapınağı tarzında dizayn edilmiş olduğunu görüyoruz. Tek katlı, dikdörtgen biçimindeki yapının köşe sütunları ejderha figürleri, duvarları ise mitolojik motiflerle süslenmiş. Bu özellikleriyle Kırgızistan’daki emsalsiz bir mimari eser.
*Kutsal Üçlü Ortodoks Katedrali :
İlk kez 1872’de taştan inşa edilen kilise, 1890 depremiyle yıkılmasının ardından, bu sefer aynı temel üzerine 1895’de ahşaptan yapılmış. Sovyetler Birliği döneminde farklı bir amaçla kullanılan yapı, zaman içinde yangın ve depremle zarar görmüş. 1961’de ise yeniden yapılmaya başlamış. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla kilise olarak kullanılmaya tekrar başlanmış. Gerçekten üstündeki çan kulesi ve altın kaplı kubbeleriyle çok güzel bir ahşap kilise.
*Karakol Tarih Müzesi :
1887’de inşa edilmiş bir Rus Evi sonrasında tarih müzesine çevrilmiş. Bugün bu küçük müzede müzik aletleri, bronz el aletleri, keçe çadır, içi doldurulmuş av hayvanları gibi şeyler sergilenmektedir.
Ceti Ögüz (Yedi Öküz) Vadisi :
Karakol’dan ayrıldıktan sonra, Issık Göl’ün güneydeki ana yolu takip etmeye başladık. Ardından içeri girerek Ceti Ögüz Vadisi’ne doğru yol aldık. Karla kaplı tepeleriyle dağlar muhteşem gözüküyordu.
Yedi Öküz kayaları Issık Göl’ün güneyinde bulunan kum taşı dağlarıdır. Vadi kırmızı kayalar zincirinin dizilip yatan öküzleri anımsatmasından dolayı bu ismi almıştır.
Burası birkaç haneden ibaret küçük bir köy yeriydi. Rakımın 2000 metrelere yükseldiği bu vadide her yer kar altındaydı. Atlar serbestçe etrafta dolaşıyordu. Ben de bu harika doğanın tadını olabildiğince çıkardım.
Skazka (Masal) Vadisi :
Yedi Öküz Vadisi’nin ardından Issık Göl’ün güneyindeki bir doğa harikası olan Skazka Kanyonu’na devam ettik. Kırmızı renkteki kum taşından oluşmuş farklı şekillerdeki yükseltileri ile son derece güzel ve gizemli bir görüntü sunuyor bu vadi. Vadiyi yukarıya kadar tırmanıp, oradan çok güzel fotoğraflar çekebilirsiniz. Gerçekten son derece ilginç ve hoş bir mekan.
Ardından gölün güney kıyı şeridini batıya doğru takip etmeye başladık. Birbirinden güzel manzaralarla karşılaşmaya devam ediyorduk. Bir ara Issık Göl’e bir hayli yaklaşınca, dayanamayıp aracımızı durdurduk ve gölle buluştuk. Göl o kadar büyüktü ki, insana bir deniz hissi veriyordu.
Bökönbaev Köyü :
İkinci günün akşamı Issık Göl’ün kıyısındaki Bökönbaev köyünde konaklayacaktık. Bu köyün benim için önemi ise, burada ilk kez bir kartalı yakından görüp, onunla fotoğraf çektirecek olmamdı. Doğrusu bunu sabırsızlıkla bekliyordum.
Bökönbaev (Bakanbayeva) köyüne akşamüstü saatlerinde ulaştık. Bu köyde beslediği kartalıyla avcılık yapan sadece birkaç aile kalmış. Biz de onlardan birinin evine misafir olduk. Evde bizi Haydar isimli Kırgız genç karşıladı. Kendisi ne İngilizce, ne de Türkçe biliyordu. Bu durumda benim sorduğum sorulara cevap verirken rehberim tercümanlık yaptı.
Haydar’ın beslediği biri beş yaşında, diğeri ise sadece 6 aylık olan iki kartalı vardı. Şu anda eğitimiyle yakından ilgilendiği genç kartalının ismi Karagöz imiş. Kartal dişi olup, yaklaşık 5 kg ağırlığındaymış. Avlanmakta daha usta olduklarından, genellikle dişi kartallar tercih ediliyormuş. Günde yaklaşık 700 gram et yiyen kartal, ağırlıklı olarak tavşan etiyle besleniyormuş. Bunun yanı sıra kartalların başka kuşların, çakal, tilki, geyik, kurt gibi hayvanların etleriyle de beslendiklerini duymuştum.
Kartallar daha henüz yavruyken yuvalarından alınıp eğitiliyor ve evcilleştiriliyorlar. Böylece bu yırtıcılar ile adeta bir aile bağı kuruluyor. Kırgızlar kartala “Bürküt” diyor. İşte ailelerin bir evladı da bu bürkütler oluyor. Eğer eğitimi tamamlandıktan sonra kartalın avlanma yeteneği ortaya çıkmazsa, ondan vazgeçip doğaya bırakıyorlar. Yetenekli bir kartal ise, 15 -20 yaşlarına gelinceye kadar sahibiyle avlanabiliyor. Sonrasında artık çiftleşme dönemine geldiklerinden, bürkütçü tarafından doğaya salınıyorlar ki, vahşi yaşama geri dönüp kendilerine bir aile kurabilsinler.
Tek eşle ömrünün sonuna kadar yaşayabilen bu sadık kuşlar, 15-20 kg ağırlığındaki bir hayvanı yukarı kaldırabilecek güçte pençelere sahiplermiş. Düşmanlarıyla da sonuna kadar pes etmeden savaşırlarmış. Kartala en son sorun çıkaran bir diğer yırtıcı kuşun, ondan daha hızlı olması ve bir de hiç yorulmaması nedeniyle şahin olduğu söylenir.
Haydar genç olan kartalını yanımıza getirdiğinde gözleri bağlıydı. Bir ara gözlerindeki bağı çözüp, onu havalandırarak bize küçük bir gösteri sundu. Daha sonra ise yine gözleri bağlı bir şekilde kartalı benim koluma koydu. Başta ufak ta olsa bir tedirginlik yaşadım ama sonradan alıştım. Onun tüylerini okşamak ve fotoğraf çektirmekten keyif aldım.
Öncesinde gecelemeyi köydeki yurt adı verilen keçe çadırlarda yapmayı düşünmüştüm. Sahibi Zhyldyz (Yıldız) hanım bana kalabileceğim çadırı gösterdi. İçeride odun sobası yanıyordu. Eğer kalmaya karar verirsem, elektrik sobası da yakabileceğini söyledi. Ama gece ısının daha da düşeceğini hesap ettiğimizde, bayağı bir soğuk olacağını düşündük. Daha önce Özbekistan’daki gezim sırasında bu tip bir çadırda kalmış; güzel bir deneyim yaşamıştım. O zaman Temmuz ayı olduğu halde, gece yorganla yatmıştım. Açıkçası havanın soğuk olduğu bu günlerde çadırlarda kalan da yoktu. Ben de son anda kalmaktan vazgeçtim. Ama akşam yemeğini hiç olmazsa burada yemeli idim. Yıldız hanım bize güzel bir yer sofrası hazırladı. Yemekler de lezzetli olunca, keyifli geçen bir akşam oldu.