Varna’dan Burgaz’a doğru giderken, yaklaşık 10 bin kişinin yaşadığı Karadeniz kıyısındaki küçük liman kenti Nesebar’a uğramak gerekir. 1983’te UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne dahil edilmiş bu müze-kent, kesinlikle ziyareti hak ediyor. Ahşap evlerle bezeli Nesebar’ın eski kenti, özellikle taş kiliseleriyle dikkat çekiyor. Bu yüzden “kırk kiliseli kent” olarak tanınıyor. Günümüzde bunlardan sadece 23 tanesi ayakta kalmış.
Kayalık bir yarımada üzerinde Traklar tarafından “Mesembria” adıyla kurulan kent, Yunan ve Roma dönemleri sonrası, Bizans döneminde bir liman olarak önem kazanmış. Daha sonra 1.Bulgar Krallığının bir parçası olunca “Nesebur” adını almış. Güçlenip kültürel ve ticari bir merkez haline gelmesi, 13 ve 14. yüzyıllarda gerçekleşmiş. 1398’de kent Osmanlının eline geçmiş. Osmanlı idaresi altındayken Yunanlı din adamlarının önemli merkezlerinden biri olması, kiliselerin bugüne kadar bakımlı kalmasının nedeni. Bazı kiliseler ise günümüzde sanat galerisine çevrilmiş.
Yıllar önce bir liman olarak etkinliğini Varna ve Burgaz’a kaptıran Nesebar için turizm önemli bir gelir kaynağı. Özellikle yazın burayı ziyaret etmeye çok sayıda turist geliyor. UNESCO Dünya Mirası olmasının da bunda payı var. Ayrıca hemen 3 kilometre kuzeyinde Bulgaristan’ın en önemli tatil beldelerinden biri olan Sunny Beach’in bulunması turist sayısının artmasının bir diğer nedeni.
Eski Kent, Yeni Kent diye iki tane Nesebar var. Eski Kent doğuya doğru uzanan ve ince bir kıstakla karaya bağlanan yarımada üzerinde yer alıyor. Zamanla buraya sığmayan Nesebar dışarı taşmış ve yeni mahalleler kurulmuş. Ahşap mimarinin en güzel örnekleriyle bezeli tarihi merkez bugün de varolmayı sürdürüyor. Kentin geleneksel mimari dokusu çok iyi korunmuş.
Nesebar-Burgaz arasındaki mesafe 32 km. Nesebar’a Burgaz tren garı karşısından bindiğim 22 numaralı belediye otobüsü ile 40 dakikada ulaştım. Otobüsten indikten sonra yeni kentten eski kente uzanan 2 kilometrelik yolu yürüdüm. Beni ilk karşılayan köprü üzerindeki yel değirmeni oldu. Onun ilerisinde ise eski şehir surları vardı. Antik dönemde yapılan surlar Roma ve Bizans tarafından yenilenmişti. Daha sonra eski kentin dar sokaklarında bir süre dolaştım. Turistlerden arınmış, oldukça sakin bir dönemde Nesebar’ı gezmek keyifliydi. Burada karşılaştığım ahşap evleri hayranlıkla seyrettim. 19. yüzyılın ikinci yarısında Bulgar Rönesansı döneminde yapılmış evler günümüze kadar çok iyi korunmuş ve Nesebar’ın simgesi haline gelmişti. Evlerin birinci katları taştan inşa edilirken, ikinci katları ahşaptan yapılmıştı. İçlerini görmedim ama söylenildiğine göre bazı evlerdeki ahşap oymalar, mobilyalar hala o dönemin zenginliğini yansıtıyormuş.
Bu kadar küçük bir alanda çok sayıda kilisenin bulunması ise beni bir hayli şaşırtmıştı. Buraya neden “kırk kiliseli kent” tanımlaması yapıldığını şimdi daha iyi anlamıştım.
Nesebar’da ilk önce Christ Pantokrator Kilisesi’ni gezdim. Bu kilise Nesebar’ın güçlü olduğu 14. yüzyılda inşa edilmiş olup, kentin en iyi korunmuş kiliselerinden biriydi. Dış cephede tuğla ve taştan yapılmış kapalı kemerler ile turkuaz dolgulu dekoratif motifler dikkat çekiyordu.
Buradan ayrıldıktan sonra Bizans tarzında tuğla ve taştan yapılmış Aziz Vaftizci Yahya Kilisesi karşıma çıktı. Bu kilise bugün sanat galerisi olarak hizmet veriyordu.
Bunların dışında kentte Bizans tarzında yapılmış Sveta Paraskeva, Eski Metropolitan Kilisesi, Aziz Theodore Kilisesi gibi çok sayıda kilise bulunmaktaydı.
Gezerken tesadüfen uzun zamandır burada ikamet eden bir Türk aileyle karşılaştım. Nesebar’da işlettikleri lokantaya konuk oldum. Onlarla yaptığım hoş sohbet, keyifli geçen bir günün ardından benim için güzel bir anı oldu. Daha sonra akşam saatlerinde Burgaz’a geri döndüm.