Türk Hava Yolları uçuşlarından kazandığım millerim vardı. Bunu uzak mesafedeki bir ülke için kullanmak istiyordum. Milleri bir Avrupa ülkesi için kullanmanın pek bir avantajı yoktu. Bu yüzden rotamı Batı Afrika’nın ilginç ülkesi Senegal’e çevirdim. 2018 yılının Mart ayında on gün sürecek bir gezi planladım.Buna göre ilk iki gün başkent Dakar ile onun karşısındaki Gore Adasını gezecektim. Ama seyahatin kalan kısmı için bir araca ihtiyacım olacaktı. Bunun için Fransa’daki öğrencilik yıllarından bildiğim “Nouvelles Frontieres” adlı Fransız acentesi ile anlaştım. Rotasını çizdiğim turun kalan kısmını, onların tahsis edeceği 4×4 araç ve bir rehber-şöförle tamamlayacaktım.
Senegal’in başkenti Dakar’ın ismini ilk kez Fransa’dayken, üniversiteye devam ettiğim yıllarda duymuştum. Bu şehir her yıl düzenlenen ve bir çeşit yol dışı dayanıklılık yarışması olan Paris-Dakar rallisi ile ün kazanmıştı. Ne yazık ki bu heyecan dolu yarışmanın organizasyonuna 2007’de son verildi. Duyduğuma göre yeniden start alması gündemdeymiş.
Dakar, ülkenin bağımsızlığını kazanması ardından, 20 mayıs 1960 tarihinde başkent ilan edilmiş. Bugün de ülkenin siyasi, ekonomik, ticari ve kültürel yönlerden en gelişmiş ve en önemli şehri. Şehirde görülmesi gereken cami, kilise, saray gibi önemli yapılar, müzeler ve anıtlar bulunmaktadır. Sandaga ve Kermel Market gibi pazar yerlerini de dolaşabilirsiniz. Gezmek için bir tam günün yeterli olacağını düşündüğüm şehirde, görülmesi gereken en önemli yerleri ziyaret etme imkanını buldum. Bir yerden bir yere ulaşmak için bazen taksi kullanmak zorunda kaldım. Ortalama bir mesafe için 1500-2000 CAF (2-3 Euro) civarında bir para ödeniyor. Yalnız taksiye binmeden, ödeyeceğiniz ücreti mutlaka pazarlık ederek konuşun.
* Büyük Cami :
Fas stilindeki cami 1964 yılında inşa edilmiş. Mimarisi bana yıllar önce Fas’ın Kazablanka şehrinde gezdiğim 2.Hasan Camini hatırlattı.
* Devlet Başkanlığı Sarayı :
Bu güzel kolonyal bina 20 yüzyılın başlarında Batı Afrika’daki Fransız devleti valisinin rezidansı imiş. Senegal’in bağımsızlığını kazanması ardından, Senegal devlet başkanının rezidansı olmuş. Fotoğraf çekerken dikkatli olmak gerekiyor. Gezim sırasında kapıdaki üniformalı askerle fotoğraf çektirirken, bir polisin uyarısıyla karşılaştım.
* Afrika Rönesans Anıtı :
Şehir merkezinin biraz dışında, sahil yolunun ilerisindeki Mamelles tepesinde yer alan, 52 metre yüksekliğindeki bu bronz anıt, 2010 yılında, Senegal’in bağımsızlığının 50.inci yıl dönümü günü açılmış. Anıta 192 basamak tırmanarak erişiliyor. Çok anlamlı olan bu anıt, yeniden doğmuş özgür Afrika’yı sembolize ediyor. Anıt Kuzey Kore Devleti tarafından 12 milyar CFA harcanarak yapılmış. Oranın rehberiyle içini gezip bilgi aldım. Asansörle çıktığım 15. inci kattan güzel bir Dakar manzarası hakim. Yalnız havanın o gün puslu olması fotoğraf çekmemi engelledi.
* Thedore – Monod Müzesi :
Kentte birçok müze var. Ama bunlar içinde en önemlisi, güzel bir bahçe içinde yer alan ve müzenin ilk müdürü Theodore Monod’un ismini taşıyan müze. Afrika kıtasındaki bu tip müzelerin en eskisi. Müze, Afrika kültürünü, geleneklerini yansıtan ve Batı Afrika’nın diğer ülkelerinden de gelmiş birçok değerli objeyi barındırıyor. Pazartesi hariç, her gün açık.
* Katedral :
1929’da açılışı yapılmış olan kentin katedrali, iki çan kulesi ve kubbesiyle sade bir yapı.
Dakar’da Yeme – İçme :
Dakar’da güzel yemek yiyebileceğiniz birçok restoran var. Benim ilk akşamki seçimim, kaldığım otelin restoranı olan Farid oldu. Sahibi Lübnanlı olan bu şık restoranın menüsünde köfte, et, makarna ve salata çeşitleri gibi bilindik yemekler vardı.
Öğle yemeği için önerim, yerel yemeklerin ağırlıkta olduğu ve yemek fiyatları çok uygun olan Chez Loutcha adlı lokanta. Şehir merkezindeki bu lokantada balık tercih ettim. Hafif acılı soğanlı bir sosla servis ediliyor.
Lezzetli yemek yiyebileceğiniz bir diğer restoran, kentin ana caddelerinden Avenue de la Republique üzerindeki Cafe de Rome. Sigara içenler ya da içmeyenler için iki bölümü var. Bu oldukça büyük ve şık restoranda ana yemek fiyatları 6500-10000 arası değişiyor. Özellikle et ve köfteleri çok lezzetli; yanında birçok yemekte olduğu gibi pilav, kızarmış patates ya da pişmiş sebze tercih edebilirsiniz.
Bir diğer seçenek Le Lagon I. Dakar’ın deniz ürünleri konusundaki en iyi restoranlarından biri. Bunun yanı sıra et yemekleri de var. Yalnız fiyatları diğer yerlere kıyasla oldukça yüksek. Deniz kıyısındaki bu mekana yemek yemek için değil, akşamüstü soğuk bir şeyler içip, biraz keyif yapmak için gittim.
Öteden beri Gore Adası’nı merak ediyordum. Bunun nedeni de adanın yaklaşık 300 yıl boyunca köle ticaretinde oynadığı roldü. Afrikalı zenciler Amerika Kıtası’nın çeşitli yerlerine bu adadan sevkedilmişlerdi. Ben de büyük acıların yaşandığı buradaki Köleler Evini görmek için Senegal’deki ikinci günümü bu ada ziyaretine ayırdım.
Başkent Dakar’ın karşısındaki adaya her gün tekne gidiyor. Sabah çok erken saatte kalkan iki tekneden sonra, ilk tekne saat 10’da. Tabii çoğu kişi bu saati tercih ettiğinden, yaklaşık 300 kişiyi alabilen tekne tıka basa doluyor. Gidenleri çoğunu turistler oluştursa da, aileleri orada yaşayan ya da işini orada kurmuş olan Senegalliler de var. Adaya ulaşmak 20 dakika sürüyor. Gidiş-dönüş bilet ücreti 5200 CFA. Bir de adaya gelince 500 CFA gibi ayak bastı parası ödeniyor.
Gore Adası 1978’den beri UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alıyor. Bu da adaya olan ilgiyi arttıran bir diğer faktör. Tekneden inince, çoğu kişi gibi ben de birkaç dakika içinde Köleler Evi’ne ulaştım. Müze olarak gezilen bu eve 500 CFA ödenerek giriliyor. Sonrasında müzenin rehberi, evin avlusunda toplanan tüm turistlere, burasıyla ilgili tarihsel bilgileri veriyor.
Rehberin verdiği bilgiler gerçekten insanın tüylerini ürperten cinstendi. Doğrusu bu kadarını beklemiyordum. Büyük acılar çekmiş Afrikalı kölelerin hikayesini soluksuz dinledim. Ardından kölelerin yerleştirildiği taş hücreleri gezdim.
Anlatılanlara göre, 1776 yılında inşa edilmiş olan bu kırmızı boyalı ev, köleliğin Fransızlar tarafından kaldırıldığı 1848 yılına kadar köle ticaretinde kullanılmış. Afrika’nın farklı yerlerinden getirilen köleler, buraya getirildiklerinde, erkekler, genç kızlar, çocuklar, geçici yetersizler gibi farklı gruplara ayrılıp, hijyenik şartları son derece kötü olan 15-20 kişilik taş duvarlarla çevrili hücrelere konmuş. Köleleri bu hücrelerde sırtları duvara dayalı çıplak ve boyun ve kollarından demir halkalarla zincirlenmiş şekilde oturtmuşlar. Evde tutulan köle sayısı 150-200 kişi arasında değiştiriyormuş. Bunların gönderilmesinin ardından yerlerine yenileri geliyormuş. Gemilere bindirilirken kaçmaya çalışan köleler ya tüfekle vurulmuşlar ya da köpek balıklarına yem olmuşlar.
O yıllarda Afrika’nın farklı yerlerinden köle ticareti yapılmış olsa da, bu evin günümüze kadar çok iyi korunmuş olması ve konumu, daha ön plana çıkmasına neden olmuş. Gore Adası’nın köle ticareti için seçilmesinin iki ana nedeni varmış. Birincisi Amerika Kıtası’nın tam karşısında yer alması; diğeri ise bir ada olmasıymış.
Kölelerin bu dramatik hikayesinde, insanın içini acıtan bir olay daha vardı. O da anneyi, babayı ve çocuğu Amerika Kıtasında farklı ülkelere göndererek aileleri bilinçli bir şekilde parçalamaları idi. Papa II.Jean Paul buraya geldiğinde, Avrupalılar adına Afrika halkından özür dileyip, kendilerini affetmeleri çağrısında bulunsa da, yaşanan bu acı olayları Afrika halkının asla unutmayacağı gerçeğinin altını çizmemiz gerekiyor.
Buradan ayrıldıktan sonra, adadaki gezime devam ettim. Yaklaşık 1800 kişinin yaşadığı bu küçük ada, kolonyal dönemden kalma pastel renkli evlerle doluydu. Hepsi günümüze kadar çok iyi korunmuştu. Aralarında o mimari dokunun bütünlüğü bozacak tek bir yeni yapı dahi yoktu. Öğle yemeğini rıhtımın karşısındaki Tonton adlı lokantada yedim. Daha sonra da saat 15.00’de kalkan tekneyle tekrar Dakar’a döndüm.
İlk iki günü Dakar ve Gore Adası ziyaretleriyle değerlendirdikten sonra, Nouvelles Frontieres’in 4×4 Toyota Frontera marka aracıyla Senegal’deki altı gün sürecek turuma başladım. Bu turdaki rehberim Amadou. Hem aracı kullanıp, hem de ülkeyle ilgili bana çok iyi bilgiler verdi. Turdaki ilk durağımız Dakar’ın 40 km kuzeyindeki Pembe Göl (Retba Gölü) oldu. Burası aynı zamanda, eskiden organize edilen meşhur Paris-Dakar rallisinin son etabının geçtiği yerdi.
Pembe Göl, tuz oranının çok yüksek olduğu bir göl. Göl suyunun bir litresinde 380 gram tuz bulunuyor. Bu bana dünyanın en tuzlu göllerinden biri olan ve Ölü Deniz diye bilinen İsrail topraklarındaki Lut Gölü’nü hatırlattı. Balıkçılar gölün içindeki tuzu toplayabilmek için, öncesinden ciltlerine bir tür koyucusu krem sürüyorlar. Çünkü bu tuzlu suda onbeş dakikadan fazla kalındığında cilde zarar veriyormuş. Göl kıyısındaki tuz yığınlarını gördüm. Rehberimin söylediğine göre, bu tuzlar kurutulduktan sonra iyot eklenerek torbalara doldurulup tüccarlar tarafından satışa çıkarılıyormuş.
Gölün özelliği renginin değişmesinden kaynaklanıyor. Bunu sağlayan güneş ve rüzgar. Bu iki doğa olayı gölün içindeki mikroorganizmaların su yüzeyine çıkmasına yol açıyor. Ama havanın o gün biraz puslu olup yeterince güneş olmaması, ne yazık ki gölün o pembe renginin oluşmasına izin vermedi. Bu durum benim adıma bir şansızlıktı.
Pembe Göl’den sonra kuzeye doğru devam ettik. Yolumuz üzerinde bulunan bazı etnik gruplara ait köylerden geçerek, akşamüstü saatlerinde Saint-Louis’e girdik. Kolonyal dönemden kalma çok sayıda yapıyı barındıran Saint-Louis, Senegal’in en güzel şehirlerinden biri. Fransızların 1659’da ilk kolonize ettiği şehir burası. Barındırdığı tarihi yapılarından ötürü, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yerini almış.
Kuzey ve güney diye ikiye ayrılmış olan eski kent bir ada üzerinde yer alıyor. Buraya ana karadan Senegal nehri üzerinden geçen, 507 metre uzunluğundaki Faidherbe Köprüsü ile ulaşılıyor. İlk bakışta bir Gustave Eiffel’in eseri izlenimi veren köprü 1997’de inşa edilmiş.
Otelimiz eski kentin kuzey kısmında yer alan Hotel de La Poste. Ünlü kişilerin kaldığı tarihi bir otel. Ama bana kalırsa buranın en güzel oteli, onun biraz ilerisindeki La Residence.
Saint-Louis’in bir diğer mahallesi ise, eski kente bir köprüyle bağlanan Balıkçılar Mahallesi.
Buranın halkını adından da anlaşılacağı gibi balıkçılıkla uğraşan aileler meydana getiriyor. Sıkışık düzende iç içe yaşayan bu insanlar arasında sıkı bir dayanışma ve komşuluk varmış. Belediyenin teklifine rağmen, daha rahat edebilecekleri başka bir yere taşınmamakta direniyorlarmış.
Otele yerleştikten hemen sonra, gerek eski kent sokaklarında, gerekse Balıkçılar mahallesinde Fransızların “caleche” diye adlandırdığı atlı arabayla yaklaşık bir saat kadar süren bir tur yaptım. Bu tur sırasında çok renkli insan manzaralarına tanıklık ederken, bol bol fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedim. Özellikle balıkçıların rengarenk pirogları (oyulmuş ağaç kütüğünden yapılmış kayık) gün batımında çok güzel bir manzara oluşturmuştu. Kimileri Atlas Okyanusu’na açılmaya hazırlanırken, kimileri balık avından geri dönmekteydi. Onları karşılamaya ya da yolcu etmeye gelen ailelerin görüntüleri gerçekten görülmeye değerdi. Büyük keyif aldığım bu geziyi Saint-Louis’e yolu düşen gezginlere öneririm.
Saint-Louis’de Yeme İçme :
İki gün kaldığım Saint-Louis’de akşam yemeklerini La Residence adlı otelin restoranında yedim. Gerek yemekler, gerek servis ve gerekse bulunduğum ortamdan çok memnun kaldım.
Öğle yemeği için seçimim, rehberimin tavsiyesiyle La Galaxie adlı restoran oldu. Kefal balığıyla hazırlanmış Senegal’in milli yemeği Thieboudienne, yanında pilav ve değişik sebzelerle servis edilmişti. Oldukça lezzetliydi.
Ertesi gün Saint-Louis’den 70 km mesafedeki Djoudj Milli Parkı’na gitmek üzere yola çıktık. Bugün Senegal’deki UNESCO Dünya Miraslarından birini daha görecektim. Sahra Çölü’nü geçen kuşların dinlenmek için ilk durağı olan Djoudj Milli Parkı, dünyanın en önemli kuş cennetlerinden biri kabul ediliyor. 300 çeşitten fazla üç milyonun üzerinde göçmen kuşun bulunduğu bir doğa harikası burası.
Yaklaşık 1,5 saat süren yolculuğum sonunda milli parka giriş yaptık. Programa göre 16 bin hektar büyüklüğündeki park alanı içinden geçen Senegal nehri deltasında pirogla bir tur yapacaktık. Yaklaşık 40 kişi kapasiteli pirogta ben ve rehberim Amadou dışında, Polonyalı bir grup ta vardı. 1 saat 45 dakika süren turumuz sırasında çeşitli kuş türlerini görme imkanımız oldu. Bir çırpıda sayabildiklerim arasında farklı türdeki ördekler, pelikanlar, balıkçıl kartalı, karabatak ve tepeli balıkçıl kuşu vardı. Hele deltanın belli kısımlarında o kadar çok sayıda ördek ve pelikanı bir arada gördük ki, bugüne kadar gezdiğim yerlerde böylesine yoğun bir kuş popülasyonuna rastlamamıştım. Bu gezimiz sırasında, kuşların dışında bazı sürüngenlere, timsah ve yaban domuzlarına rastladık. Ornitoloji uzmanı olan lokal rehberimiz bizi buradaki kuş türleri ve özellikleri hakkında aydınlattı. Her 15 günde bir defa Milli Park’ta kuş sayımı yapılıyormuş. Djoudj Kuş Milli Parkında bu kadar çok sayıda ve çeşitte kuş bulunmasının başlıca sebepleri olarak, Sahra Çölü’nün hemen bitiminden sonra yer alan bu sulak alanın kuşlar için ilk dinlenme ve mola yeri olmasını, kuşların beslenmesi için gerekli balık, böcek gibi besin kaynaklarının bolca bulunmasını ve koruma altına alınmış bu yerin kuşlar için son derece güvenli bir sulak alan olmasını söyleyebiliriz.
Tekne turu sonrasında aracımıza binerek yaklaşık 10-15 dakika mesafedeki Mirador noktasına gittik. Buradaki Büyük Göl’de binlerce ördek ve flamingoyu gözlemledik. Ördekler ve flamingolar burada Kasım-Mart döneminde bulunuyorlar. Nisan ayından sonra sıcakların artması ve gölün de kurumasıyla birlikte burayı terk ediyorlar.
Saint Louis ve Djoudj Milli Parkı’nın gezilmesinin ardından, bir sonraki gün güneydeki Saloum Deltası’na gitmek için yola çıktık. Önce yolumuz üstündeki Sakal kasabasında kurulmuş haftalık pazarı gezdik. Çok renkli görüntülere sahne olan pazar yerinde dikkatimi çeken bir şey de satıcıların çoğunluğunun kadın olmasıydı. Rehberim Amadou’nun söylediğine göre, Senegalli kadınlar ticarette çok aktif imiş. Hatta yiyecek, balık ve kumaş sektörleri kadınların elinde bulunuyormuş. Buna karşın hayvancılık sektörü ise erkeklerin tekelindeymiş.
Programa yolumuz üstündeki Touba kentini de almıştım. Burada Senegal’in en büyük ve en güzel camisi yer alıyordu. Senegal’in kutsal kenti olan Touba, ismini cennetteki bir ağaçtan almış. Burası mürid tarikatının lideri şeyh Ahmadou Bamba’nın kenti olarak biliniyor. Ahmadou Bamba, tüm hayatını Allah ve peygamberimiz Hz.Muhammed için adamış, onlar için şiirler yazmış olan saygın ve sözü dinlenen bir kişilikmiş. Sürgün yılları hariç, hayatının büyük kısmını komşu kent Diourbel’de geçirmiş. En büyük isteği ise, kutsal kent Touba’da büyük bir cami yapılmasıymış. Ölümünden sonra en küçük oğlu, onun bu isteğini yerine getirerek Touba Camini inşa ettirmiş ve babası için de burada bir anıt mezar yaptırmış.
1932’de yapımına başlanan ve ancak 1963’de tamamlanan 15 bin kapasiteli bu cami gerek mimarisi, gerekse görkemli iç kısmıyla etkileyiciydi. Özellikle minber ve mihrabını beğendim. Mermerleri Portekiz ve İtalya’dan, bronz kısımları İspanya’dan, avizeleri ise Dubai’den ithal edilmiş.
Geceyi doğanın ortasında Sine Saloum’daki Ecolodge de Simal’de geçirdik. Internet, televizyon ve telefondan uzak bir ortamda, doğanın sukunetiyle baş başa kalmak güzel bir duyguydu.
Ertesi sabah nehir kıyısında yenen keyifli sabah kahvaltısı sonrası, Saloum Deltası’nda pirogla yaklaşık iki saat süren keyifli bir tur yaptık. Sine ve Saloum nehirlerinin birleştiği yerdeki bu delta, UNESCO tarafından Biyosfer Dünya Rezervi olarak belirlenmiş ve deltaya “Senegal’in Amazon”u ismi verilmiş. İki gün önce gezdiğimiz Djoudj Milli Parkı’na nazaran çok daha az sayıda kuş görsek de, mangrov ormanlarıyla kaplı bu delta görülmeye değer güzellikteydi. Ayrıca tur sırasında balıkçıların bıraktığı karides ağlarını gördük. Söylenildiğine göre, Atlas Okyanusu’na açılan nehrin suyu tuzlu imiş ve burada birçok balık türüyle birlikte deniz ürünleri yetişiyormuş.
Öğle yemeği sonrası, programda Palmarin’deki tuz kuyuları vardı. Açıkçası daha önce bazı fotoğraflarını gördüğüm bu kuyuları merak ediyordum. Lokal rehberle buluşup, bir atın çektiği yük arabasıyla on dakika mesafedeki tuz kuyularını görmeye gittim. Burada yapılan tuz çıkarma işlemi hakkında bilgi aldım.
Anlatılanlara göre, önce toprak kazılarak 2-3 metre derinlikte kuyular açılıyormuş. Ortaya çıkan tuzlu su birikintisinin, güneşin etkisiyle yaklaşık bir aylık süre içinde buharlaşmasının ardından, aşağıdaki tuz iç yüzeyde toplanıyormuş. Sonrasında kuyudan çıkarılan tuza iyod eklenerek torbalara konuyor ve böylece satışa hazır hale geliyormuş. Senegal tuzunun en büyük talibi ise, komşu ülke Gambia.
Bir sonraki gün güzergahımız üzerinde Fadiouth Adası vardı. Palmarin’in kuzeyindeki Joal kasabasına ahşap bir köprüyle bağlanan Fadiouth Adasının özelliği, deniz kabuklarından oluşmuş olmasıydı. Doğrusu ben de merak ediyordum bu ilginç adayı. Diğer yerlerde olduğu gibi, yine bu adayı gezerken bir lokal rehber bize eşlik etti. Senegal’deki turlarda, kendi rehberiniz dışında, gezdiğiniz yerlerde lokal rehber alma zorunluluğu var. Bunun nedeni, buralarda yaşayan gençlere iş imkanı sağlamak ve böylece mesleği daha cazip hale getirmek. Bence gayet güzel bir uygulama.
Fadiouth Adası halkının %90’ı Hıristiyan, kalan %10’u ise Müslüman. Kısacası bu durum, büyük çoğunluğu Müslüman olan Senegal’in genel durumuyla çelişiyor. Ama ülkenin her yanında olduğu gibi, burada da Hristiyan ve Müslümanlar arasında çok iyi bir ilişki ve dostluk var. Birbirlerinin bayramlarını bile büyük bir coşkuyla birlikte kutluyorlar. Bugünlerde Hristiyanların Paskalyası için adada kutlama hazırlıkları yapılıyordu.
Kasabanın dar sokaklarında, meydanlarında bir süre dolaştık. Yerler deniz kabuklarıyla doluydu. Bazı evlerin duvarları deniz kabuklarından yapılmıştı. Eskiden sular çekildiğinde nehirden toplanan deniz kabuklarının içini buradan yaşayan halk yer, kabuklarını da yere atarmış. İşte bunun sonucunda zamanla yerler atılan deniz kabuklarıyla dolmuş. Bugün ise durum değişmiş. Halk artık deniz kabuklarını tüketmeyip, başka yerlere satarak ticaretini yapıyor.
Dolaşırken çok sayıda domuz gördüm. Kimi domuzlar uyuklarken, kimileri nehir suyunun çekildiği kısımlarda yiyecek arıyor ya da çamurlu sularda serinliyordu. Kasaba halkının çoğunluğu Hristiyan olunca, domuz yetiştiriciliği ön plandaydı.
Fadiouth Adasında bir de mezarlık ziyaretimiz oldu. Nehir üzerinden geçen bir diğer köprüyle ulaşılan mezarlık, Hristiyanlar ve Müslümanlar için iki bölümden oluşuyordu. Hristiyanların ki daha büyüktü. Asıl ilginç olan ise, mezarların deniz kabuklarından yapılmış olmasıydı. Tepede bulunan mezarlıktan bir ada manzarası hakimdi.
Senegal’deki son günümü Dakar’a 65 kilometre mesafedeki Bandia Rezervi’ne ayırmıştım. Bugüne kadar gerek Güney Afrika, gerekse Kenya’da birçok kez safari yapma imkanı bulmuştum. Bu sefer ise daha az hayvanın bulunduğu daha küçük bir alanda safari yapacaktım. Burası çok çeşitli hayvan türlerinin bulunduğu Kenya ve Güney Afrika’daki devasa parklarla kıyas kabul etmese bile, yine de safari yapacak olmanın heyecanını duyuyordum.
Hayvanları görme olasılığının daha fazla olmasından ötürü, 4×4 aracımızla otelden sabah saat 8.00’de hareket ettik. Kısa bir sürede 3.500 hektarlık bir alana sahip Bandia Rezervi’ne ulaştık. Burada yaptığımız safari 2 saat 15 dakika sürdü. Hayvanların çoğu Güney Afrika’dan getirilmişti. İlk önce bizi parkın hemen girişindeki dev kaplumbağalar karşıladı. Bunu sırasıyla vervet cinsi maymunlar, zürafalar, zebralar, deve kuşları ve değişik türde kuşlar izledi. Daha sonra toplam iki tane olduğu söylenen erkek ve dişi gergedanları yan yana dinlenirken gördük. Ayrıca dev boğa antilobu, impala, düğmeli domuz, çakal ve bufalo gördüğümüz diğer hayvanlar oldu. Küçük bir alana sahip olmasından ötürü, buradaki hayvanları öldürebileceklerini düşündüklerinden aslan, leopar, çita gibi yırtıcı hayvanlar getirilmemiş. Turun bitiminde, park çıkışındaki kafeteryanın önünde yer alan sulak alanda bir süre timsahları seyrettim.
Benim adıma baştan sona başarılı geçen ve keyif aldığım bir tur olmuştu. Günün sonunu ise kaldığım Africa Queen Oteli’nin havuzunda geçirerek yorgunluğumu bir parça olsun atmaya çalıştım.