Tag

Slider

Browsing

İnsan, tarih ve doğa bakımından son derece zengin olan Etiyopya birkaç seneden beri gitmeyi düşündüğüm ülkelerin başında geliyordu. Afrika’nın boynuzunda yerleşmiş, en eski Hıristiyan geleneklerini yaşatan bu ilginç ülkeyi mutlaka keşfetmek istiyordum. Nihayet bu sene Şubat ayında bunu gerçekleştirdim.

Etiyopya seyahati için iki haftalık bir süre ayırmıştım. Tabii ki bu süre Türkiye’den çok daha büyük bir yüzölçümüne sahip bu ülkenin her tarafını gezebilmek için yeterli değildi. Bu yüzden Etiyopya seyahatini iki aşamalı olarak düşündüm. Bu gidişimde sadece ülkenin dini tarihine ışık tutan kuzey kısmını gezecektim. Bir dahaki sefere ise Omo Vadisi olarak adlandırılan ülkenin güneyinde etnik kabilelerin yaşadığı köyleri ziyaret edecektim.

İki hafta sürecek seyahatin tümünü başkalarının aksine sadece karayoluyla yapmayı planladım. Yaklaşık 4 bin kilometrelik bu etap benim için bir hayli yorucu ve zor olsa da, geçeceğim yollarda, küçük yerleşim yerlerinde insanların yaşantılarına yakından tanıklık etmek benim için önemliydi. Bana göre bir ülkeyi esaslı bir şekilde keşfetmenin ve anlamının yolu da buradan geçiyordu. İşte böyle bir seyahati gerçekleştirebilmek için Etiyopya’daki bir seyahat acentesiyle önceden anlaştım. Bunun için bana 4×4 bir araç ve yolları çok iyi bilen ve bunun yanı sıra da İngilizceyi iyi konuşup anlayan bir şöför ayarladılar.

Seyahat rotamı şu şekilde belirlemiştim. Başkent Addis Ababa’yı gezdikten sonra, kuzeye doğru devam ederek önce Bahir Dar ve sonrasında Gondar, Simiens Mountains’ı gezerek, en kuzeydeki Aksum’a kadar ulaşacaktım. Ardından Tigray Vadisi’ndeki kiliseleri gezip güneye doğru inmeye başlayacaktım. Mekele ve Lalibela’dan sonra Kombolcha üzerinden tekrar Addis Ababa’ya geri dönecektim.

Genel Bilgiler  :

*Eskiden “Köleler Ülkesi” anlamına gelen Habeşiştan adıyla anılırdı. Afrika’nın boynuzunda yer alan Etiyopya, kuzeyde Eritre, kuzeydoğusunda Djibuti, doğuda Somali, güneyde Kenya ve batıda ise Sudan ile çevrelenmiştir.
*105 milyonun üzerinde insanın yaşamını sürdürdüğü Etiyopya, Nijerya’nın ardından Afrika’nın en büyük ülkesi.
*1.104.300 km2 lik bir bir yüzölçümüne sahip.
*Başkent Addis Ababa.
*Diğer önemli kentleri arasında Mekele, Bahir Dar, Gondar, Aksum, Lalibela var.
*Ülkede konuşulan dil Amharik. İkinci dil olarak İngilizce konuşuluyor. Ayrıca ülkede 75 farklı dil ve 200’ün üzerinde lehçe var.
*Ülkede çok sayıda etnik grup var. Bunlar arasında Oromo %35 oranıyla Etiyopya’nın en kalabalık etnik grubu. Onu %27 ile Amhara izliyor.
*Nüfusun %60 kadarını Hıristiyanlar oluşturmaktadır. Bunların da çoğu Ortodoks. Burası Hırisyanlığın en güçlü yaşandığı ülkelerden biri. İkinci büyük dini grup ise %37’lik oranıyla Müslümanlar.
*Siyasi rejim Federal Parlamenter Cumhuriyet.
*Para Birimi Birr (ETB). 1 Euro = 35,53  / 1 USD = 32 Birr (2019 Aralık)
Kredi kartı bazı büyük otellerde kabul edilse de, yanınızda yeterince nakit para bulundurmalısınız. Çünkü birçok yerde kredi kartıyla ödeme yapılamıyor. Amerikan doları daha çok tercih ediliyor.
*Etiyopya’ya gitmeden önce bulunduğunuz ilin Seyahat Sağlık Merkezi’nden zorunlu olan sarıhumma aşısını yaptırın.
*Etiyopya’ya girmek için vize gerekli. 30 günlük vizeyi 52 USD karşılığında E-Visa olarak evisa.gov.et sitesini ziyaret ederek alabilirsiniz. Ya da Ankara’daki Etiyopya Elçiliği’nden 40 USD karşılığı, bazı evrakları teslim etmek suretiyle alabilirsiniz. Ama bu daha uğraştırıcı olur.
*Musluk suyunu kesinlikle kullanmayın; dişlerinizi fırçalarken bile. Otellerde odalara her gün kapalı şişe su bırakılıyor.
*Timkat, ülkenin en önemli dini festivalidir. 18-20 Ocak tarihlerinde kutlanır.

Etiyopya’ya Nasıl Gidilir  :

Etiyopya’ya ulaşmanın en iyi yolu Türk Hava Yolları ile İstanbul’dan Addis Ababa’ya uçmaktır. İstanbul’dan direk uçuş 5 saat 15 dakika kadar sürüyor. Saat 19.25’de İstanbul’dan kalkan uçak, yerel saat itibariyle yaklaşık saat 00.45’de Addis Ababa’nın Bole Uluslararası Havalimanı’na varıyor. Havalimanı Addis Ababa’nın kent merkezinin 5 km güneydoğusunda yer almaktadır.
Bunun dışında tabii ki aktarma yaparak gidebileceğiniz Emirates gibi farklı havayolları da var. Onları da araştırabilirsiniz.

Etiyopya’ya Ne Zaman Gidilir  :

Etiyopya’ya gitmek için en iyi dönem kış ayları. Yani AralıkŞubat dönemi. Bu aynı zamanda yağışın olmadığı kuru dönem. Ayrıca hava çok sıcak değil. Hatta rakımın yüksek olduğu kuzeydeki Simien Mountains gibi yerlerde serin bile. Haziran-Eylül arasındaki yağışlı dönem Etiyopya’ya gitmek için uygun değil.

Etiyopya’ya gitmek için bir de İsa’nın vaftizi yıldönümünde gerçekleşen Timkat Festivali’ni dikkate alabilirsiniz. Bu festival her sene 18-20 Ocak tarihlerinde düzenlenir. Ülkenin en önemli dini festivali olan Timkat 3 gün sürer. Bu festival sırasında Lalibela ya da Gondar kentlerinden birinde bulunmanız doğru olur. Çünkü festival en iyi bu iki şehirde kutlanır.

Etiyopya Güvenli Bir Ülke mi  :

Zaman zaman siyasi nitelikli bazı olaylar, protestolar olsa da, Etiyopya güvenli bir ülke. Hatta Afrika ülkeleri içinde bir sıralama yapacak olsam en güvenli ülkeler içine yerleştiririm. Sadece dikkatli ve temkinli olmak gerekiyor. Zaten bu durum dünyada gideceğiniz her ülke için geçerli.

Etiyopya’nın Ekonomisi :

Etiyopya dünyanın en fakir ülkelerinden biri. Ülke ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanıyor. Nüfusun yaklaşık %72’si bu sektörde çalışıyor ve kırsal kesimde yaşıyor. Mısır, arpa, teff, ghat, susam, kahve en çok üretilen ürünler arasındadır.

Kahve, Etiyopyalılar ve ülke ekonomisi için son derece önemli. Etiyopya Afrika’nın en çok kahve üretilen ülkesi. 15 milyon civarında kişi geçimini kahveden sağlıyor. Zaten kahve ilk kez Etiyopyalılar tarafından yetiştirilmiş ve daha sonra buradan Arap Yarımadası’na (Yemen’e) ve oradan da tüm dünyaya yayılmış.
Etiyopyalıların özen gösterdikleri bir kahve seremonileri var. Buna seyahatim sırasında bir iki restoranda tanıklık ettim. Önce kahve çekirdekleri küçük bir tavada kavruluyor. Ardından çekirdekler havanda ezilip demleniyor. Kahve pişirilip hazır hale geldikten sonra bir ibrikten küçük bardaklara servis ediliyor. Bu arada yanında da küçük bir kabın içinde tütsü yakılıyor.
etiyopya - AEtiyopya, Afrika’nın en fazla canlı hayvan varlığına sahip ülkesi. Yollarda giderken koyun, keçi, sığır gibi gibi çok sayıda büyük baş ve küçük baş hayvanlara rastladım. Bazı yerlerde önünüze çıkan bu hayvanlar yüzünden, özellikle de kasaba ve şehirlere girildiğinde araç kullanmak bile zorlaşıyor.

Sanayi olarak tekstil sanayi gelişmiş ve ülke ekonomisinde önemli bir yer tutuyor.

Turizm ülkede giderek gelişiyor. Ama bu güzel ve ilginç ülke bugüne kadar çok fazla kişi tarafından hala keşfedilmiş değil. Bazı grupların ve benim gibi tek başına seyahat eden tek tük kişilerin dışında Lalibela hariç çok fazla turiste rastladığımı söyleyemem. Özellikle en fazla Fransız turist gözüme çarptı.

 Etiyopya’nın Tarihi   :

*Etiyopya’nın insanlık tarihinin en eski uygarlıklarından biri. 3 milyon yıllık olduğu söylenen “Lucy” adlı iskelet Addis Ababa Ulusal Müzesi’nden sergileniyor.
*Afrika’nın en eski krallığı olan Aksum Krallığı (MS.200-750) bu topraklarda doğmuş.
*MS.4 yüzyılda Aksum Kralı Ezana Hıristiyanlığı kabul etmiş. Etiyopyalılar Ermenilerin ardından dünyanın en eski Hıristiyan halkı kabul ediliyor.
*750’de Aksum Krallığı yıkıldı ve Etiyopya “Karanlık Çağa” girdi.
*1137’de Etiyopya’da İmparatorluk dönemi başladı. Lalibela’daki kiliseler bu tarihten itibaren 1270 yılına kadar olan dönem için inşa edildi.
*1636’da İmparator Fasilidas Gondar şehrini kurdu ve  Gondar başkent oldu. Etiyopya’da “Altın Çağ” başladı.
*1889’da Yohannes’i izleyen İmparator II.Menelik İtalya ile dostluk antlaşması imzaladı. Buna göre Eritre’yi İtalya’ya verdi. Aynı yıl Addis Ababa kuruldu ve Etiyopya’nın yeni başkenti oldu.
*1896’da İmparator II.Menelik Adwa Savaşı’nda İtalyanlara büyük bir yenilgi tattırdı. Böylece iki ülke arasındaki dostluk antlaşması sona erdi ve İtalya Etiyopya’nın bağımsızlığını tanıdı.
*1930’da Etiyopya’da İmparator Haile Selassie dönemi başladı. İlk yazılı Anayasa ile İmparator Selassie tüm gücü eline geçirdi.
*1936’da İtalyanlar Etiyopya’yı istila etti ve Selassie ülkeden kaçmak zorunda kaldı.
*1941’de Etiyopya’da İtalyan işgali sona erdi. Haile Selassie tacına ve Etiyopya da bağımsızlığına kavuştu. Onu izleyen seneler içinde ülke hızla modernleşti, gelişti.
*1974’de halkın memnuniyetsizliği arttı. Protestoların ardından Derg ülkede sosyalist devletin kurulduğunu deklare etti.
*1975’de son imparator Haile Selassie hapiste hayatını kaybetti.
*1977-1978 yıllarında Derg Sosyalist Devleti tarafından rejim karşıtlarına şiddetli baskı uygulanması sonucu binlerce kişi hayatını kaybetti.
*1991-1993’de Derg isyancılar tarafından yenilgiye uğratıldı ve ülkede komünist dönem sona erdi.
*1995’de Federal Demokratik Etiyopya Cumhuriyeti ilan edildi. Seçimler oldu.
*1993’de Eritre Etiyopya’dan bağımsızlığını kazanıp ayrılınca, ülkenin de Kızıldeniz ile bağlantısı kesilmiş oldu.
Sonuçta Etiyopya Afrika Kıtası’nda sömürgeleştirilememiş tek ülkedir.

Etiyopya’da Yeme – İçme  :

Ülke mutfağında yassı, mayalı, mayhoş bir tadı olan bir çeşit ekmekleri İnjera önemli bir yer tutuyor. Bu ekmeğin üzerine baharatlı etler (sığır, kuzu ya da tavuk olabilir), mercimek, soğan, ıspanak, havuç, lahana gibi sebzeler, nohut, fasulye gibi bakliyatlar koyuyorlar. Bunlarla ilgili çeşitli yemekler üretiyorlar.
etiyopya - BEn meşhur yemeklerinden biri de, körili bir mercimek yemeği olan Messer. Ülkede üretilen birçok bira var. Ama en çok tercih edileni Habesha. Bir diğer beğendiğim bira ise St.George oldu.

Aslında Etiyopya çok çeşitli yemekleri olan zengin bir mutfağa sahip bir ülke değil. Bu yüzden yemekler ve lezzetleri ile ilgili pek fazla beklentiniz olmasın. Sonuçta burası Etiyopya, Afrika’nın yoksul ülkelerinden biri. Önemli olan yediklerinize dikkat etmeniz. Ben kaldığım süre boyunca mide ve bağırsaklarımda bir sorun yaşamadım.
Restoran isimlerine ise gezdiğim şehirlerde yer verdim. Oradan bakabilirsiniz.

Eski Yugoslavya’yı oluşturan yedi cumhuriyetten biri olan Karadağ’a bundan önce iki kez gitme fırsatı bulmuştum. Bunlardan biri turist rehberi olarak gittiğim Balkan turu sırasındaydı. Arnavutluk’tan Karadağ’a geçmiş ve burada Kotor ve Budva gibi iki önemli şehri gezdikten sonra, Hırvatistan’ın Adriyatik kıyısındaki güzel kenti Dubrovnik’e devam etmiştim. Bu sefer iş için değil, ailemle birlikte gezmek amaçlı gidiyordum. Muhteşem bir coğyafyaya sahip Balkanların bu küçük ülkesinde beş tam gün geçirecektik. Daha önce iki kez gezdiğim Kotor, Budva ve Sveti Stefan gibi yerleşimlerin dışında, merak ettiğim Durmitor Milli Parkı, Ulcinj, Cetinje ve Kotor’un hemen yanı başındaki Perast’ı da gezi programına almıştım.

Beş gece konaklayacağımız oteli Budva’da seçtim. Bunun nedeni, Budva’nın canlı, hareketli bir şehir olması ve bir de buradan diğer şehirlere ulaşımın daha kolay olmasıydı. Türk Hava Yolları’nın İstanbul’dan bir buçuk saat kadar süren uçuşuyla güzel bir yolculuktan sonra akşam saatlerinde indiğimiz Podgorica Havalimanı’ndan doğruca taksiyle Budva’daki otelimize hareket ettik. Başkent Podgorica’nın gezmeye pek değer bir şehir olmaması nedeniyle programa dahil etmeyi düşünmemiştim.

Genel Bilgiler   :

*Karadağ’ın doğusunda Arnavutluk ve Kosova, kuzeyinde Sırbistan, batısında Hırvatistan ve Bosna Hersek, güneyinde ise Adriyatik Denizi yer almaktadır.
*Ülkeye Avrupalılar “Montenegro”, Karadağlılar ise “Crna Gora” diyorlar.
*Ülkenin başkenti Podgorica. Nüfusu 150 bin civarında.
*Yüzölçümü 13812 km2.
* Ülkenin nüfusu yaklaşık 622 bin kişiden (2017’de)oluşuyor. Bunun %43 kadarı Karadağlı olup, % 32 oranında Sırp nüfus var. Nüfusun diğer kısmını ise Arnavutlar, Bosnalılar ve Hırvatlar oluşturmaktadır.
*Ülkedeki insanların büyük çoğunluğu, hemen hemen %75 kadarı Ortodoks Hıristiyan. Bunu Müslüman nüfus izliyor. Biraz da Katolik var.
*Karadağ, Avrupa Topluluğu’na girme aşamasında. Şu anda Türk vatandaşları için vize gerekmiyor. Ama Avrupa Topluluğu’na dahil olduktan sonra, bu ülkeye de Schengen vizesi ile girilebilecek. Bu yüzden vize problemi ile karşılaşmadan gidip gezmek lazım.
*Ülkede para birimi olarak Euro kullanılıyor.

Karadağ’a Nasıl ve Ne Zaman Gidilir   :

THY’nın ve Pegasus’un İstanbul’dan Podgorica’ya direk seferi var. Uçuş süresi yaklaşık 1 saat 30 dakika.
Nisan-Ekim arasındaki bahar ve yaz ayları Karadağ’ı gezmek için en uygun dönemdir. Kışlar genelde soğuk ve yağışlı geçtiğinden pek tavsiye etmem.

Havalimanından Kent Merkezine Ulaşım  :

Podgorica havalimanından Budva, Kotor ya da bir başka şehre gidecek olanlar için Montenegro Taksi’yi öneririm. Son derece güvenli ve dakik bir firma. Şöförleri de iyi. Podgorica havalimanından Budva’daki otelimize gidiş ve dönüşte bu firmanın taksisini kullandık ve çok memnun kaldık. Yaklaşık 65 km bir mesafe için 30 euro gibi makul bir ücret ödedik. Yalnız gelmeden rezervasyon yaptırmanız, geliş gün ve saatinizi firmaya bildirmeniz gerekmektedir.
Bir diğer alternatif ise havalimanındaki bir rent a car firmasıyla anlaşıp araç kiralamak. Budva’dan diğer şehirlere ulaşım oldukça rahat. Sık aralıklarla otobüs ya da minibüs olduğundan, araç kiralamayı düşünmedik.

Karadağ’ın Tarihi   :

*Roma ve Bizans dönemlerinin ardından Karadağ’ın 12. yüzyılda Sırp egemenliğine girdiğini görmekteyiz.
*1389’da Sırpların Osmanlı Devleti’ne yenilmesinin ardından, Karadağ’ın büyük bir kısmı bağımsızlığını korumuş.
*1878’deki Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti Balkanlardaki topraklarının büyük bir kısmını kaybetmiş. Bu dönemde Karadağ’ın bağımsızlığını tanımış ve ülkenin sınırları iki katına çıkmış.
*1912-1913 Balkan savaşları sırasında Osmanlı’ya karşı Sırbistan ile birleşen Karadağ, bu savaşta topraklarını genişleterek Sırbistan’a komşu olmuş.
*1918’de I.Dünya Savaşı bitiminde Karadağ’dan çekilen Avusturya-Macaristan birliklerinin yerini Sırp ordusu almış. Böylece Karadağ Sırbistan’a katılmış.
*1946’da yapılan federal anayasa ile Karadağ, Yıugoslavya’yı oluşturan altı özerk federe birimden biri olmuş.
*Bosna Savaşı’nda Sırpların yanında yer alan Karadağ, 1996’da Sırbistan ile bağlarını kopartmış.
*Yapılan referandum sonrası bağımsızlık kararı alınmasının ardından, 3 haziran 2006’da Karadağ Parlamentosu ülkenin bağımsızlığını ilan etmiş.

Karadağ’ın Ekonomisi  :

Hizmet sektörünün tarım ve sanayiye göre ekonomideki payı çok büyük. Bu sektördeki en büyük pay ise yaklaşık %22 ile turizmden geliyor. Kısacası turizm gelirlerinin ülke ekonomisine katkısı büyük. Her yıl yaklaşık 2 milyon civarında turist ülkeyi ziyaret ediyor.

Karadağ’da Konaklama   :

Karadağ’da konaklamak için bence iki seçenek var. Ülkenin en güzel iki kentinden birini merkez olarak seçmelisiniz. Bunlar Kotor ve Budva. Ben ilk gelişimde Kotor’da konaklamıştım. Bu son gidişimde ise Budva’yı tercih ettim. Bana sorarsanız Budva ulaşım kolaylığı, restoranlar, konaklama tesisleri ve barların bolluğu açısından daha ağır basar. Budva’da kaldığımız Hotel Jovana, son yıllarda en çok beğendiğim konaklama tesislerinden biri oldu. Gerek otelin sahibi Marina, gerekse oğlu Vladimir çok ilgili ve güleryüzlüydü. Bizim rahatımız için ellerinden geleni yaptılar. Bir daha buraya yolum düşse, kesinlikle bu otelde kalırım. Bu yüzden tüm gezginlere tavsiye ediyorum. Otel otobüs terminaline yaklaşık 10 dakika, Budva eski kente ise 25 dakika yürüme mesafesinde. Üç kişilik oda için kahvaltı dahil günlük 100 euro ödedik. İlk geldiğimiz akşam bize yemek ikram etmeleri de büyük bir misafirperverlik örneğiydi. Açıkçası bizim için sürpriz oldu.

Karadağ’da Yeme – İçme  :

Budva, Kotor, Ulcinj gibi Adriyatik Denizi kıyısındaki şehirlerde balık ve deniz ürünleri bolca tüketilmektedir. Bunun yanı sıra makarna, pizza gibi İtalyan yemeklerinin yapıldığı çok sayıda restoran vardır. Kısacası Akdeniz ve özellikle İtalyan mutfağı ağırlıklı yemekler söz konusu.
Fiyatlar birçok Avrupa ülkesine oranla şimdilik daha ucuz. Ama Avrupa Topluluğu’na girdikten sonra büyük ihtimalle giderek daha pahalı bir ülke olacaktır.

Yunanistan, kendimi evimdeymiş gibi iyi hissettiğim ülkelerin başında gelir. Sanıyorum bu benim kökenimle de ilişkili. Ne de olsa anne tarafım Kavala, Drama, baba tarafım ise Girit ve Sakız adalarından gelme. 1924’deki mübadele sonrası bir kısmı Çeşme’ye, bir kısmı da İzmir’e göç etmiş.

Bu güzel ülkeye ilk gelişimi hatırlıyorum, 1997 yılıydı. O yıl başta başkent Atina olmak üzere, Selanik, Kavala, İskeçe, Gümülcine gibi kentleri gezme fırsatı bulmuştum. Sonraki yıllarda Rodos, Kos, Mikenos, Santorini, Girit, Sakız, Midilli gibi Yunan Adaları’na gidip geldim. Bu sene ise yeniden Yunanistan’a bir dönüş yaptım. Temmuz ayında Atina ve Selanik gezilerine, daha önce gezme fırsatı bulamadığım Meteora ile Hydra Adası’nı ekledim. Atina ve Selanik’de bazı görmediğim ya da görüp de beğendiğim tarihi yerleri yeniden gezme fırsatını buldum. Kızıma da Atatürk’ün doğduğu evi göstermeyi çok arzuluyordum. Bunu da böylece gerçekleştirmiş oldum.

 

Burada daha önceki seyahatlerimden değil de, güncel bilgiler ışığında bu ülkeye yaptığım son seyahatimden bahsetmek istiyorum. Bundan önce özellikle adalara yaptığım seyahatlerimden hep memnun kalmış, keyifli zaman geçirmiştim. Yunanistan’ın turizm anlayışı, turistlere gösterdikleri ilgi ve güleryüz beni her zaman etkilemişti. Bugüne kadar 99 ülke gezmiş ve bazılarına da defalarca gitme fırsatı bulmuş bir gezgin olarak, Yunanistan’ın dünyada turizmi en iyi bilen ülkelerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sanırım bu konuda kapı komşumuz Yunanistan’dan alacağımız bazı dersler var.

 Genel Bilgiler   :
 *Yunanistan’ın nüfusu yaklaşık 10,5 milyon.
 *Ülkenin yüzölçümü 131.444 km2
 *Ülkenin başkenti Atina. Çevresiyle birlikte yaklaşık 4 milyon nüfusa sahip.
 *Ülkenin resmi dini Hıristiyan Ortodoks.
*Ülkenin resmi dili Yunanca. Eğer İngilizce konuşuyorsanız Yunanistan’da zorluk yaşamazsınız. Çünkü birçok kişi İngilizce   konuşup, anlıyor.
*Para Birimi Euro.
*Türkiye ile saat farkı bulunmuyor.
 *Ülkeye girişte Türk vatandaşlarından Schengen Vizesi isteniyor. Pasaportunuzda başka bir ülkeden alınmış geçerli bir   Schengen vizeniz varsa, Yunanistan’a girişte sorun yok. Ama eğer yoksa ve bu ülkeye ilk kez gidecekseniz vizenizi   Yunanistan’dan almanızı öneririm. Bir de bu ülkeden daha uzun süreli vize alma şansınız bazı ülkelere göre daha yüksektir.   Eğer benim gibi İzmir’de yaşıyorsanız, Yunan Başkonsosluluğu İzmir’de bulunduğu için vizenizi daha kısa sürede   alabilirsiniz.Vize için bulunduğunuz şehirdeki VFS ofisine başvurmanız gerekiyor.

 Yunanistan’a Ne Zaman Gidilir   :

İzmir gibi tipik Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü Yunanistan’a gitmek için en iyi dönem Nisan-Mayıs ve Eylül-Ekim gibi bahar aylarıdır. Yaz ayları ise çok sıcak geçer. Ama Yunan Adaları’na gidip denizden faydalanacaksanız, yaz aylarını tercih edebilirsiniz. Buna karşın Atina, Selanik gibi kentlerde hissedilen sıcak ve yüksek nem oranı gezmenizi zorlaştırır. Öğleden sonranın ilk saatlerinde birçok Yunanlı gibi siesta yaparak ve şehri gezme işini sabahın ilk saatleriyle, akşamüstüne bırakarak idare edebilirsiniz.

 Yunanistan’a Nasıl Gidilir  :

Ben İzmir’de yaşadığım için, buradan Atina’ya haftanın belli günleri direk uçan Aegean Air firmasını tercih ettim. Böylece İstanbul’da aktarma yapmadan hemen hemen 45 dakikalık bir sürede Atina’ya ulaştım. Dönüşü ise Selanik’den İstanbul aktarmalı olarak THY ile yaptım. Bu iki firmanın yanı sıra Pegasus Havayolları’nın da Atina’ya İstanbul’dan direk seferi var. Rodos, Kos, Midilli, Samos, Sakız gibi Yunan Adaları’na ulaşmak için ise feribot seferlerinden yararlanabilirsiniz.

 Yunan Ekonomisi  :

Yunanistan’ın en büyük gelir kaynağı turizm. Özellikle yazın Yunan Adaları başta olmak üzere çok fazla turist çeker bu ülke. Turizmin önemi ve getirisinin farkında olan Yunanistan’da turistlere çok fazla ilgi gösterilir. Gittiğiniz otellerde, restoranlarda, kafelerde ve diğer mekanlarda bunu hissedersiniz.

Ülkenin dörtte üçünün dağlık olmasından dolayı, ülkenin verimli toprakları azdır. Buna rağmen tarım Yunan ekonomisinde önemli bir yer tutar. Zeytin, tütün, pamuk, üzüm başta olmak üzere çeşitli sebze ve meyveler yetiştirilmektedir. Midilli Adası’nda gördüğüm zeytin ağaçlarının yoğunluğu beni hayrete düşürmüştü. Sonuçta Yunanistan İspanya ve İtalya’nın ardından dünyanın üçüncü büyük zeytin ve zeytinyağı üreticisi durumunda. Ayrıca balıkçılık da çok gelişmiş durumda.

Yunan Mutfağı   :

Yunan mutfağı Türk mutfağıyla büyük benzerlikler taşır. Ne de olsa iki komşu ülke halkı asırlar boyu içi içe yaşamış ve sonuçta birbirlerinden etkilenmişler. Türkiye’deki yemeklerin aynılarını Yunanistan’da da buluyoruz. Bu yüzden bu ülkeye giden Türkler yemek konusunda hiçbir sıkıntı çekmiyor. Aynı damak tadını burada da buluyorlar. Yalnız tek fark Yunanistan’da domuz etinin de yenmesi. Örneğin Souvlaki, bir Yunan spesialitesi ve bizim şiş kebabın bir benzeri. Yalnız onlar bunu hazırlarken domuz ya da tavuk eti kullanıyorlar. Tabii bunun yanı sıra dana etiyle de hazırlanmış çeşitli kebapları var.

Özellikle Yunan adaları deniz ürünleri konusunda çok iyi. Son gidişimde Rodos’da yediğim ahtapot, kalamar ve deniz ürünlü makarnanın tadı hala damağımda. Gerçekten bu konuda çok başarılılar. Ayrıca mezeleri de çok lezzetli. Tabii burada restoran seçimi de önemli.

Otellerde yapılan kahvaltılarda, diğer Avrupa ülkelerindekilere nazaran daha fazla çeşit bulabiliyorsunuz. Örneğin beyaz peynir, zeytin, domates gibi bizim kahvaltıda yemeyi arzu ettiğimiz şeyleri.

İçki konusunda da benzerlikler var. Onlar da tadı rakıya benzeyen Uzo içmeyi çok seviyorlar; özellikle de balık restoranlarında. Bira ve şarap da yemeklerde çok tercih edilen içkilerden.
Türk Kahvesi orada Yunan Kahvesi olarak biliniyor. Aynı şekilde hazırlanıp, sunuluyor. Yanında her zaman bir bardak su ile servis ediliyor.
Bir de yazın sıcak günlerinde çok hoşuma giden bir uygulama da, her gittiğimiz kafe ve barda bir bardak ya da bir sürahi soğuk suyu masamıza ücretsiz olarak getirmeleriydi.

Defalarca tur götürdüğüm ve rehberlik yaptığım bu güzel ülkeye eşim ve iki arkadaşımla birlikte bu defa tatil amaçlı geldim. Orta Avrupa’nın birkaç ülkesini kapsayan ve yoğun geçen turlarda tüm grubun sorumluluğu üzerinizde olunca, tam olarak gezmenin tadını çıkaramıyorsunuz. Şimdi ise rahat bir şekilde gezerek bir açık hava müzesini andıran buradaki kentlerin keyfini olabildiğince çıkaracaktım. Programa başkent Prag’ın yanı sıra Çek Cumhuriyeti’nin birbirinden güzel iki kenti Karlovy Vary ile Cesky Krumlov’u almıştım. Bu tur için ayırdığım süre ise tam beş gündü.
Prag’a geldiğimizde hafif serin ama güneşli bir bahar havasıyla karşılaştık. Gezmek için çok elverişliydi. En azından bazen bu aylarda görülen yağmur yoktu. İlk iki günü Prag’a ayırmıştık. Sonrasında ise Prag’da kalıp, otobüsle bir gün Karlovy Vary’ye, bir gün de Cesky Krumlov’a gidip gelecektik.

Prag’ı ilk kez 1993 yılında İtalya’nın Urbino kentinde İtalyanca kurslarına devam ettiğim sırada tanıştığım bir İtalyan aileden dinlemiştim. Bu ailenin evine akşam yemeği için davet edildiğimde, bana Prag fotoğraflarını gösterip, işte dünyanın en güzel kenti diye bahsetmişlerdi. Açıkçası Prag için methiyeler düzmüşlerdi. Tabii ben de merak eder olmuştum bu büyüleyici kenti. Sonunda gidip görmüş, onlara hak vermiştim. Belki benim için dünyanın en güzel kenti değildi ama Avrupa’daki tüm ülkeleri gezmiş biri olarak, gördüğüm en güzel on kentten biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Cekya - A-Cekya.jpg Cekya - B-Cekya.jpgGenel Bilgiler   :

 *Bohemya ve Moravya diye iki farklı bölgeden oluşuyor Çek Cumhuriyeti. Ortaçağ yıllarında sembolü aslan ve kartal olan bu iki krallık Çeklerin ülkesi diye bilinirdi.
*Nüfusu 10 milyon civarında.
*Yüzölçümü 79 bin km2.
*Başkent Prag. Yaklaşık 1,2 milyonluk bir nüfusa sahip.
*Ülkenin resmi dili Çekçe. Ayrıca Slovakça, Almanca ve Rusça da konuşanlar var.
*Nüfusun %60 kadarı ateist. Dindar olanların ise 2/3’ü Katolik mezhebinden. Bunun yanı sıra Protestan ve Ortodoks da var.
*Türkiye’den 1 saat geride.
*Para Birimi Çek Korunası (CZK). Ama Avrupa Topluluğu’na girdikten sonra Euro da kullanılıyor. Yalnız çek kronuyla ödeme yapmak daha avantajlı oluyor. Bir de küçük alışverişlerde, marketlerde, metro gibi ulaşım araçlarında çek kronunasına ihtiyacınız var. 1 Euro = 25 CZK idi
*Çeşme suyu her ne kadar içiliyor olsa da, şişe suyu kullanmakta yarar var. Gazlı ve gazsız olmak üzere iki çeşit su var.
*Çek Cumhuriyeti güvenli bir ülke. Ama Avrupa’nın bazı büyük şehirlerinde olduğu gibi Prag’ta da hırsızlık olaylarına rastlanıyor. Daha önce gezdirdiğim gruplarda uyarılarıma rağmen bazı kişilerin başına geldi. Özellikle kalabalık yerlerde dikkatli olmanızı öneririm.
*Ülkeye girişte Schengen vizesi gerekiyor. Yalnız Çekler tek girişli ve kısa süreli vize veriyorlar. Başka bir ülkeden alınmış geçerli bir Schengen vizenizin olması sizin için iyi olur.

Çek Cumhuriyeti’ne Nasıl Gidilir   :

Başkent Prag’a gitmek için THY ya da Pegasus uçuşlarından birini tercih edebilirsiniz. Biz bu son gidişimizde THY’nı (Turkish Airlines) tercih ettik. Son derece rahat bir yolculuk oldu. İstanbul-Prag uçuşu 2 saat sürüyor.
Sonrasında havalimanından 17 km mesafedeki şehir merkezine ulaşmak için, havalimanı otobüsünü ya da taksiyi tercih edebilirsiniz. (detaylı bilgi Prag kısmında).

Çek Cumhuriyeti’ne Ne Zaman Gidilir  : 

 Çek Cumhuriyeti’ni gezmek için en uygun zaman bahar aylarıdır. Mayıs ya da Eylül aylarından birini tercih etmenizi öneririm. Buna nispeten çok sıcak geçmeyen Haziran ayını da ekleyebiliriz. Seneler önceki ilk gidişimi hatırlıyorum da, 29 ekim günü çok soğuk ve kar yağışlı bir hava ile karşılaşmıştım. Karasal iklimin hüküm sürdüğü ve kışların oldukça sert geçtiği bu ülkede, ekim sonundan nisan sonuna kadar yağışlı ve soğuk bir havaya denk gelme olasılığınız yüksek. Yazları da birçok kez tur götürdüğüm için iyi biliyorum ki, hava hem oldukça sıcak geçiyor; hem de turist yoğunluğu daha da artıyor.

Çek Cumhuriyeti’nde Ne Kadar Süre Kalınır  :

Bu ülkeye birçok kez gelmiş bir tur rehberi ve gezgin olarak şunu söyleyebilirim. Prag-Viyana-Budapeşte ve Bratislava’yı içine alan, acentelerin düzenlediği 7-8 günlük Orta Avrupa turları, belki fazla zamanı olmayıp kısa sürede çok yer görmek isteyen ve tek başına gidemeyecek durumda olan kişiler için uygun olabilir. Ama bu turları çok yapmış biri olarak ben bu tip bir turu tek başına gidebilecek gezginler için önermiyorum. Çünkü hem şehirler çok hızlı gezilip birbirine karıştırılıyor; hem de gerektiği kadar o şehirlerden keyif alamıyorsunuz. Eğer zamanınız varsa ve oraya bir tura katılmadan kendi başınıza gidebilecekseniz, Prag için en az 2 tam gün ayırmalısınız. Daha detaylı gezecekler için bu süre üç gün de olabilir. Tabii Çekya’da güzel olan sadece Prag değil. Mutlaka Karlovy Vary ve Cesky Krumlov görülmeli. Bunlar için de birer tam gün ayırmalısınız. Buna bir de UNESCO Dünya Mirası olan Kunta Hora’yı ekleyebilirsiniz. Böylece yol hariç 5 tam gün yeterli olur.

Çek Cumhuriyeti’nde Alışveriş  :

Çek Cumhuriyeti’nden alınabilecek hediyeliklerin başında kristaller ve.çeşitli cam eşyalar gelir. Bohemya ve Moser kristalleri dünyaca meşhurdur.
Buraya has koyu kırmızı renkteki granat taşından yapılma kolyeler, küpeler, bilezikler gibi çeşitli takılar yine turistlerin ilgilendiği hediyeliklerden arasında.
Bunun dışında kuklalar, çeşitli biblolar, ahşap oyuncaklar, müzik aksesuarları gibi çeşitli objeler buradan alınabileceklerden bazıları.
Tabii Becherovka likörü de buradan satın alınan içkilerin başında geliyor. Likör alacak olanlar Karlovy Vary’de daha uygun fiyata bulabilirler. Boylarına göre fiyat değişiyor. En büyük boyu 321 CZK idi.
Prag’daki en önemli alışveriş merkezleri Vasclavske Meydanı , Pariska ve Na Prikope caddeleri, ve Karlova sokağıdır. Bu civardaki birçok sokak da alışveriş mağaza ve dükkanlarıyla doludur.

Çek Cumhuriyeti’nde Yeme – İçme  :

 Prag deyince yeme- içme konusunda akla ilk gelen bira (pivo) olur. 19. yüzyıl Bohemya şarkılarında bile Çekoslavakya toprakları “bira içilen ülke” olarak geçermiş. Gerçekten Çek biraları dünyaca meşhur ve bira bu ülkenin ulusal içkisi. Çok sayıda bira markası var. En çok bilinen ve tüketilenleri Pilsener, Budvar, Stropramen, Branik.
Bir de Çeklerin meşhur likörü Becherovka’yı mutlaka bir restoran ya da bir kafede deneyin. Tarçın tadındaki bu baharatlı likörü eminim ki seveceksiniz.

Çek yemeklerine gelince, Çek mutfağının komşuları olan Alman ve Avusturya mutfaklarından etkilenmiş olduğunu söyleyebilirim. Sebze olarak lahana, havuç ve patatesi yemeklerde çok kullanırlar. Bu sebzelerle yapılmış çorbaları da vardır.
Et olarak av hayvanları çok tercih edilir; özellikle de ördek eti. Bunun dışında domuz ve sığır eti de çok yenen etlerden.

Eğer Çek yemeklerinden sıkılırsanız, makarna, pizza, risotto, lazanya gibi İtalyan yemeklerini  yiyebileceğiniz restoranlar da mevcut. Yine bir Macar yemeği olan gulaş tercih edilebilir.

Göller bölgesi ziyaretimin ana nedeni “lavanta kokulu köy” diye bilinen Kuyucak Köyü idi. Lavanta hasadı öncesi mis kokulu lavantalarla kaplı buradaki tarlaları görmek istiyordum. Bunun için temmuz ayında gitmem gerekiyordu. Tabii buraya kadar gelmişken, bu yörenin başka güzelliklerini görmeden buradan ayrılmak doğru olmazdı. Bunu göz önünde bulundurarak iki gece üç günlük bir rota çıkardım. İzmir’den kendi aracımla eşim ve bir gezgin arkadaşımı yanıma alarak sabahın erken bir saatinde hareket ettim. Yolda yaptığımız sabah kahvaltısı sonrası, ilk durağımız son yılların en popüler yerlerinden biri olan Salda Gölü oldu. Hava sıcak olmasına rağmen, gölün turkuaz renkli muhteşem manzarası oradan ayrılmamızı zorlaştırdı. Sonrasında yolumuz üzerindeki görülmeye değer zenginlikteki Burdur Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret ettik. Akşamüstü geç saatlerde konaklayacağımız Isparta’ya vardık.

Akşam saatlerinde yağan yağmur havayı biraz serinletmişti. Sabah güzel bir güne uyandık. Biraz serin, parçalı bulutlu bir hava hakimdi. Dünkü sıcak havadan sonra gezmek için daha uygun şartlar oluşmuştu. Bugünün programına Sagalassos antik kentini almıştım. Sagalassos son yıllarda ziyaretçi sayısı hızla artan bir ören yeri. İlk kez on yıl önce ziyaret ettiğim bu yeri, son yapılan başarılı restorasyonlardan sonra tekrar ziyaret edeceğim için mutluydum. Kesinlikle görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Önümüzdeki yıllardan itibaren ziyaretçi sayısının daha fazla artacağından hiç şüphem yok.

Öğleden sonraki programımda Eğirdir Gölü vardı. Önce Eğirdir’e ince bir yol ile bağlanan Yeşil Ada üzerindeki iyi bir restoranda güzel bir öğle yemeği yedik. Daha sonra ise göl kıyısında yürüyüş yapıp, Eğirdir’deki geriye kalan birkaç eski yapıyı gezdik. Eğirdir’den ayrılmadan önce gölün tepeden manzarasını seyretmek için Akpınar Seyir Terası’na çıktık.

Bu turun benim için en önemli ayağı olan Kuyucak Köyü gezisini gün batımına bırakmıştım. Çünkü günün o saatlerinde çok daha iyi fotoğraf kareleri yakalayacağımı biliyordum. Nitekim çektiğim fotoğraflarda lavanta çiçeklerinin mor renginin yoğunluğuna hayran kaldım. Mis gibi kokan lavanta tarlaları içinde dolaştım. Sonuçta keyifli bir günü geride bırakıp Isparta’ya geri döndük.

Aslında son gün İzmir’e dönmeden önce, Kovada Gölü Milli Parkı’nı gezme niyetindeydim. Ama önce Eğirdir’e gitme ve sonrasında Kovada Gölü’ne geçme bir hayli zaman alacağından, Isparta merkeze 11 km mesafedeki küçük bir volkanik göl olan Gölcük’e gittik. İzmir’e dönüş yolumuzda ise son dönemlerdeki kazılarla görülmeye değer bir antik kent olma yolunda ilerleyen, Denizli’nin 6 km kadar kuzeyinde yer alan Laodikya’yı gezdik. Kazılar halen devam ediyordu. Özellikle kentin merkezindeki agorayı ortaya çıkarma yolunda bir hayli mesafe katetmişlerdi. Laodikya’da kazılar ilerledikçe ve iyi bir tanıtımla, bu antik kent önümüzdeki yıllarda daha fazla ziyaretçinin ilgi gösterdiği bir yer haline gelecektir.

Göller Bölgesi’ne Ne Zaman Gidilir  :

 Aslında burayı gezmek için en iyi dönem çok sıcak olmayan mayıs ayı ya da eylül-ekim dönemi. Yalnız lavanta tarlalarını o canlı mor rengiyle görmek istiyorsanız, hasat öncesi yani temmuz ayı ortalarında o bölgeye gitmeniz gerekir.
Bir de Isparta çevresinde gül hasadı yapılıyor. Onun için de en uygun tarih 15 Mayıs – 15 Haziran dönemi.
Göller yöresinde yazın gündüz hava sıcak olsa da, karasal iklimin hüküm sürdüğü bu topraklarda hava akşam serin olabiliyor. Bu nedenle yanınıza ince bir mont ya da yağmurluk  gibi bir giysi almanızda yarar var.

 Göller Bölgesine Nasıl Gidilir  :

Eğer bir tura katılmayı düşünmüyor, daha rahat ve özgür bir şekilde gezmeyi planlıyorsanız, benim yaptığım gibi kendi aracınızla yola çıkın. Bu şekilde istediğiniz yerde mola verir, istediğiniz yerde dileğiniz kadar kalabilirsiniz.
Biz İzmir’den hareket edip, gayet keyifli bir yolculuk yaptık. Üç gün olarak belirlediğim bu rotada, görmek istediğimiz yerlerin hemen hemen hepsini gezme imkanı bulduk.

Göller Bölgesi’ne Kaç Gün Ayırmak Gerekir  :

Zamanı iyi ayarlarsanız, iki gece üç gün yeterli olur. Tabii çıkış noktanızın Isparta’ya olan uzaklığı da gün sayınızı belirlemede önemlidir. Seyahat acenteleri genelde bu yöreye iki gün ayırıyorlar ama bana göre bu süre hakkını vererek gezmek için yetersiz. Çevredeki başka yerleri de gezmek isterseniz; örneğin Kovada Gölü Milli Parkı – Yazılı Kanyon – Yalvaç gibi ya da Salda Gölü’nde yüzmek, daha fazla zaman geçirmek bir başka seçenek olabilir, bu süreye bir gün daha eklemeniz gerekir. Bir diğer seçenek ise Beyşehir Gölü’ne kadar gitmek olabilir. Beyşehir’deki ahşaptan yapılmış muhteşem güzellikte tarihi Eşrefoğlu Camii’ni gezebilir; göl kıyısındaki plajlardan faydalanabilirsiniz.

Hafta sonları genelde büyük bir yoğunluk yaşandığından, eğer mümkünse seyahatinizi hafta içine denk getirmenizi öneririm.

Göller Bölgesi’nde Nerede Kalınır  :

Bu bölgeye yapacağınız seyahatte Isparta’yı merkez edinmelisiniz. Zaten bu yöreyi gezmek isteyenlerin büyük çoğunluğu aynı şeyi yapıyor. Çünkü Isparta birçok yere rahatça ulaşabileceğiniz tam orta noktada.
goller-bolgesi - A-isparta.jpgIsparta’da herkesin bütçesine uygun birçok otel var; özellikle de şehir merkezinde.  Ama çok iyi bir otelde kalmayı düşünürseniz, tur şirketlerinin de tercih ettiği Isparta merkezi yakınındaki beş yıldızlı Barida Hotel’i tercih edebilirsiniz. Ama oldukça yoğun bir dönemde oradaysanız, nispeten daha sakin olan, dört yıldızlı Hilton Garden Inn ya da Ramada by Wyndham otellerinden birini tercih etmenizde fayda var.

 Göller Bölgesi’nde Yeme – İçme  :

Bu bölgede yeme-içme konusunda çok fazla seçenek var. Burada takip ettiğim güzergah üzerinde ve gezdiğim yerlerde tercih ettiğim bazı restoranlardan bahsetmek istiyorum.

*Burdur        :

Burdur’un şişi meşhurdur. Eğer öğlen yolunuz Burdur’a düşerse, yemek yiyebileceğiniz en iyi adreslerden biri Yeni Sanayi’deki Şişçi Hasan’dır. Burdur şiş ve tel kadayıfı tavsiye edilir. Yalnız pazar günleri kapalı olduğunu belirtmek isterim.
Burdur’da bir diğer seçenek, merkezdeki Toros Lokantası. Kebaplarının yanı sıra, sulu yemekleri de bulabileceğiniz oldukça büyük bir mekana sahip. Hafta arası giderseniz sorun yaşamazsınız, yalnız hafta sonları bazen çok fazla grup geldiğinden, boş masa bulmak zor oluyor ve servis aksayabiliyor.

*Eğirdir Gölü  :

Eğirdir Gölü kıyısındaki balık restoranlarını keyifli bir öğle yemeği için tercih edebilirsiniz. Biz ikinci gün öğlen Göl kıyısındaki (Yeşilada üzerinde) Big Apple’da yemek yedik. Burada sazan balığı ya da göl levreğini tercih edebilirsiniz. Ayrıca fava, deniz börülcesi, tarator, patlıcan salatası, şakşuka gibi çok sayıda meze var.

goller-bolgesi - B-Egirdir.jpg


Bir diğer beğenilen restoran yine Yeşilada üzerindeki güzel bir mekana sahip Melodi Restoran. Burada da aynı tip yemekleri, ağırlıklı olarak balık, deniz ürünleri ve çeşitli mezeleri bulabilirsiniz.

*Isparta   :

Eğer Isparta’da konaklayacaksanız ve otelde akşam yemeği almıyorsanız, şehir merkezindeki restoranlar içinde ilk başta önereceğim hemen merkezdeki Ferah Kebap Salonu. Yalnız akşam oldukça erken bir saatte 19.30’da kapatıyor. Ayrıca pazar günleri kapalı. Bir diğer alternatif, yine merkezdeki Hacıbenlioğlu Kebap Salonu. Her iki yerde de en çok tercih edilen yemek tandır. Yalnız Isparta için fiyat bana yüksek geldi. Porsiyonu 40 tl civarında. Hacıbenlioğlu’nun pideleri lezzetli. Fiyatı uygun, 12 tl.

*Denizli   :

Eğer benim gibi dönüş yolunuz üzerinde Denizli varsa, burada yemek yiyebileceğiniz en iyi mekan Garson Şükrü. Acıpayam-Denizli yolu üzerinde, Denizli’ye gelmeden birkaç kilometre önce yolun sağında kalıyor. Mekan güzel, yemekleri lezzetli, servis özenli ancak fiyatlar biraz yüksek. Et yemekleri 45-55 tl civarında.

Gezilecek Yerler     :

*SALDA GÖLÜ      :

goller-bolgesi - 1-Salda.jpgUzun süredir merak ettiğim  son yılların popüler mekanı Salda Gölü’nü bu seyahatte görmek kısmet oldu. İzmir’e yaklaşık 327 km uzaklıkta bulunan göle, özel araçla molalar hariç yaklaşık 4,5 saatte varıyorsunuz. Gölü görür görmez etkilendim. Gerçekten manzara muhteşem. Turkuaz renkli tertemiz bir deniz, bembeyaz bir kumsal. Türkiye’nin Maldivleri olarak adlandırılan bu gölün, Maldivlere gitmiş biri olarak rengi ve berraklığını dikkate alırsak doğru bir benzetme olduğunu söyleyebilirim.

Salda Gölü, Burdur’un Yeşilova ilçesine Denizli yönünde 4 km mesafede. Özellikle yazın göl çevresindeki plajlara çevre il ve kasabalardan yoğun bir ilgi oluyor. Gölde yüzülebiliyor. İlk başta olukça sığ, daha sonra derinleşiyor. 184 metreye varan derinliği ile Türkiye’nin en derin göllerinden biri. Göldeki plajlara giriş ücreti olarak araçlardan 10 tl ücret alınıyor.

Salda tektonik bir krater gölü. Gölün suyu ve kumunun yapısında soda, kil ve magnezyum bulunduğu için, bu mineral yapının bazı cilt hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor. Göle ve kıyılarına beyaz rengi veren de zaten bu mineral yapı.   

1989’dan beri 1.derecede”Doğal Sit Alanı” olarak korunan bu göl mutlaka görülmeli. Dünyanın birçok ülkesini gezmiş biri olarak, bugüne kadar buraya gelip bu güzelliğe şahit olmadığım için kendime kızdım. Umarım temiz tutulur ve iyi korunur.
goller-bolgesi - 1A-Salda.jpg

*BURDUR ARKEOLOJİ MÜZESİ  :

Bu seyahatteki ikinci durağımız Burdur Arkeoloji Müzesi oldu. Yine ilk kez gezdiğim bu müzeyi çok beğendim. Beklediğimden daha zengin ve önemli eserlerin sergilendiği bir müze ile karşılaştım. Sagalassos’dan gelen çok sayıda eser burada sergileniyor. Bir tur rehberi olarak müzenin antik kentten önce gezilmesini, o kenti daha iyi anlayabilmek için daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bunun tersini yapanlar da var. Önce Sagalassos’u gezip daha sonra müzeye geliyorlar. Tabii müzedeki eserler bununla sınırlı değil. Burada yakın çevredeki Kybyra ve Kremna antik kentlerinden çıkarılmış birçok eseri de inceleme imkanınız var.

Müze Burdur’un merkezinde. Tarihi bir yapı içinde. Eğer müze kartınız yoksa, giriş ücreti olarak 6 tl ödüyorsunuz. İki katlı müzenin daha fazla önem arzeden eserlerinin büyük kısmı ilk giriş katında sergileniyor. Müzenin en çarpıcı eserleri Sagalassos’daki kazılardan elde edilen Roma İmparatorluğu’na ait heykellerden oluşuyor. Bunlar içinde İmparator Marcus Aurelius ve yine imparator Hadrian’ın devasa başları var. Heykellerin boyunun 5 metreyi geçtiği tahmin ediliyor. Ayrıca şarap ve eğlence tanrısı Dionysos ile satir heykeli, müzik ve kehanet tanrısı Apollon’un heykelleri görülmeye değer güzellikte.
goller-bolgesi - 2-Burdur.jpg

Müzenin bahçesinde de bazı eserler var. Buğday gibi tahılların saklandığı büyük küpler (pytoslar) ve lahitler, mezar taşları gibi….
goller-bolgesi - 3-Burdur.jpg

*SAGALASSOS   :
goller-bolgesi - 4-Sagalassos.jpgSon yıllarda en çok gelişen, ilgi gören, ziyaretçi sayısını artıran antik kentlerin başında geliyor Sagalassos. Öyle görünüyor ki, günümüzün bu popüler ören yeri önümüzdeki yıllarda da adından giderek daha fazla söz ettirecek.
Kentteki kazılar 1986’dan beri Belçikalı Marc Waelkens başkanlığında yürütülüyordu. Beş sene kadar önce Waelkens’in işi bırakmasının ardından, bir başka Belçikalı ekip kazıları devam ettirdi. Günümüzde her yaz Belçikalılar burada kazı yapmaya geliyor ve Sagalassos’da gün ışığına çıkarılması beklenen yerleri ortaya çıkarmaya çalışıyorlar.

Sagalassos’a ilk kez yaklaşık on sene önce gelmiştim. Şimdi ise ikinci kez geliyordum. O zamandan bugüne bir hayli mesafe katedildiğini gözlemledim. Isparta’ya 35 km mesafedeki Sagalassos’a özel aracıyla gelecek olanlar, önce 28 km mesafedeki Burdur’un Ağlasun ilçesine gelmeleri, daha sonra ise  oradan 7 km bir yolu yukarıya doğru tırmanmaları gerekiyor. Yol hemen hemen 45 dakika sürüyor. Kent Batı Toroslar’ın güney eteklerinde 1450-1700 metre yükseklikteki meyilli bir araziye kurulmuş. Pisidia bölgesinin bu önemli ve zengin kenti, MÖ129 yılında Roma’nın bir kolonisi haline gelmiş. Roma İmparatorluğu döneminde, özellikle MS.2 yüzyılda kentin refah seviyesi üst düzeye çıkmış. 6. yüzyılın ilk yarısında geçirdiği depremin ardından önemini kaybetmeye başlayan kent, 7. yüzyılın ortalarından itibaren meydana gelen diğer bir depremin ardından terkedilmiş. İşte bugün görülen kalıntılar da Roma dönemine tarihlenmektedir. Yüzyıllardır toprağın altında kalması ve taşların başka yapılarda kullanılmak üzere taşınmaması, yapılan kazıların ardından ortaya antik dönemin en iyi korunmuş kentlerinden birinin çıkmasına neden olmuş. Tıpkı yıllarca Vezüv yanardağı lavları altında kalmış ve arkeolojik kazılar neticesinde ortaya çıkarılmış İtalya’nın Pompei antik kenti gibi. Bu yüzden özgünlüğünü korumuş olan bu kentin geleceğinin çok parlak olduğunu düşünüyorum. İleriki yıllarda devam eden kazılarla daha önemli buluntulara imza atılacak ve burası tüm dünyanın dikkatini çekecektir.

goller-bolgesi - 5-Sagalassos.jpg

Sagalassos’daki Aşağı Kent’den başlayan ziyaretimiz Yukarı Kent’deki yapılarla devam etti. Tabii buradaki en önemli ve göz kamaştıran eser, hiç şüphesiz Antoninler Çeşmesi. MS.2 yüzyılın ikinci yarısında Roma İmparatoru Marcus Aurelius tarafından yaptırılan bu muhteşem güzellikteki çeşme buraya gelen ziyaretçileri büyülüyor. 2010 yılında tamamlanan başarılı restorasyonun ardından, bugün suları akan bir çeşme ile karşılıyoruz. Çeşmeyi süsleyen orijinal heykeller günümüzde Burdur Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir. Bunların ikisi şarap ve eğlence tanrısı Dionysos’a aittir. 28 metre genişliğe ve 9 metre yüksekliğe sahip bu anıtsal yapıda, söylenildiğine göre yedi farklı renkte taş kullanılmıştır.
goller-bolgesi - 6-Sagalassos.jpgÇeşmenin önünde uzanan Yukarı Agora, oradan yukarıdaki 9 bin kişi kapasiteli Tiyatro, en tepede kahramanlar anısına inşa edilmiş Heroon, tiyatroya giden yol üzerindeki Neon Kütüphanesi kentin önemli ve etkileyici yapıları arasındadır.
Dikkat çeken bir diğer şey ise, Sagalassos’da birkaç tane çeşmenin bulunmasıdır. Bu da su kaynakları bakımından zengin bir kent olduğunu göstermektedir.

Sagalassos’u hakkını vererek gezmek için, yaklaşık 2 saatinizi buraya ayırmalısınız. Müze kartı olmayanlar giriş ücreti olarak 14 tl ödüyorlar.
goller-bolgesi - 7-Sagalassos.jpg

*EĞİRDİR GÖLÜ    :

Sagalassos’u gezdikten sonra, sıra Eğirdir Gölü’ne gelmişti. Önce Isparta’ya geri dönüp, oradan da 35 km mesafedeki Eğirdir’e hareket ettik. 517 km2 lik alanıyla Türkiye’nin dördüncü büyük tatlı su gölü. Denizden yüksekliği 916 metre olan gölün, en derin yeri 15 metre civarında. Bu da dün gördüğümüz Salda gibi son derece temiz bir göl. Mavi Bayrak ödülüne sahip Altınkum Plajı ince kumuyla gölün yüzmeye en elverişli yeri. Gölde tatlı su levreği, sazan, alabalık avlanmaktadır. Biz de öğle yemeğimizi göle ince bir yol ile bağlanan Yeşilada üzerindeki bir balık restoranında yemeye karar verdik. Keyifle yenen öğle yemeği sonrası da, Eğirdir’deki bazı tarihi yapıları gezdik.
goller-bolgesi - 8-Egirdir.jpgEğirdir küçük bir yerleşim. Merkezde az sayıda tarihi eser bulunuyor. Bunlardan biri Hızırbey Camii. 13. yüzyılda Selçuklu döneminde inşa edilmiş. Hemen yanı başında Dündar Bey Medresesi var. O da Anadolu Selçuklu döneminden kalma. 1237 yılında Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından han olarak yaptırılmış. 1301 yılında ise Hamidoğlu Dündar Bey tarafından medreseye çevrilmiş. Yeşilada üzerinde de Aya Stephanos Kilisesi ve birçok eski Rum evi geriye kalmış. 1924’deki mübadeleye kadar burada yaşayan bir Rum nüfus varmış.
goller-bolgesi - 9-Egirdir.jpgİlk geldiğimde çıkmadığım Eğirdir merkeze yaklaşık 5 km mesafede bulunan Akpınar Seyir Terası’na bu defa çıktım. Buraya çıktığınıza gerçekten değiyor; çünkü tepeden manzara gerçekten harika. Göl ve tüm Eğirdir kasabası ayağınızın altında. Buradaki ilk mekana değil, ikinci mekana yani Mustafa’nın Yeri’ne gitmenizi önerim. Bir şeyler içerken, bu güzel manzaranın keyfini çıkarabilirsiniz.

 Eğirdir’e kadar gelindiğinde, eğer vaktiniz varsa biraz daha güneye doğru inip, Kovada Gölü Milli Parkı’nı ziyaret edebilirsiniz. Buradaki küçük gölün suyu ince bir ırmak aracılığı ile Eğirdir Gölü’nden geliyor. Flora bakımından zengin bir yöre. Gölün çevresinde kızılçam, meşe, ardıç, defne, mersin, kocayemiş gibi çeşitli ağaçlar var.

*KUYUCAK KÖYÜ  :

goller-bolgesi - 10-Kuyucak.jpgKuyucak Köyü gezisini gün batımı saatlerine bırakmıştık. Çünkü o saatler lavanta tarlalarının çok güzel fotoğraflarını çekebilmek için ışık düzeni bakımından daha uygundu. Isparta’dan saat 17.30 gibi hareket ettik. Isparta’nın Keçiborlu ilçesi yönünde devam edip, sonrasında Kuyucak Köyü tabelasından köy yoluna girdik. Köy girişinden önce lavanta tarlaları başlıyor. Köyü geçtikten sonra da ileriye doğru çok sayıda tarla karşınıza çıkıyor. Fotoğraf için en güzelleri, köyden çıkıp iki keskin virajı aldıktan sonra karşınıza çıkan Lavanta Diyarı’nda. Buradaki tarlalar hem daha büyük, hem de meyilli. İyi fotoğraf veriyor; hele gün batımında yoğun mor renk tarlalara hakim oluyor. Eğer turla gelmiyorsanız, gün batımı ya da gün doğumu saatlerini tercih edin. Bunun bir nedeni de, bu saatlerde turla gelen gruplar olmuyor; çok rahat dolaşıp fotoğraf çekebiliyorsunuz. İnsan yoğunluğundan kurtulmuş oluyorsunuz.
goller-bolgesi - 11-Kuyucak.jpgKuyucak Köyü’nü gezmek için en iyi dönem temmuz ayı; yani lavanta hasadı öncesi. Hasat işlemi temmuz ayı sonunda başlayıp ağustos ayı ortalarına kadar devam ediyor. Sonrasında lavantalar toplanıp yağları çıkartılıyor. Üreticisinin yaş veya hasattan sonra kurutarak satışa sunduğu lavanta çiçekleri, fabrikalarda işlenip sabun, yağ, kolonya gibi çeşitli ürünlere dönüşerek tüketicilere ulaşıyor. Alışveriş yapmak isteyenler, gerek köyde, gerekse köyün çevresindeki tarlaların bulunduğu yerlerdeki tezgahlardan lavantadan yapılmış çeşitli ürünleri bulabilirler.

Lavanta ile ilk tanışmam Fransa’nın Provence bölgesini gezerken gerçekleşmişti. 2013 yılının Temmuz ayında araba kiralayıp bu bölgedeki kasaba ve köyleri gezerken karşılaştığım alabildiğine mor renge bürünmüş mis kokulu lavanta tarlalarına hayran kalmıştım. O yıllarda kendi ülkemde böylesine güzel bir köy olduğundan haberim dahi yoktu. Sonradan öğrendiğimde, son yıllarda giderek popüler olan bu köyü ben de merak eder oldum. Göller bölgesindeki birçok yeri yıllar önce gidip gezmiştim. Bu sefer bunlara Kuyucak köyünü dahil edip üç günlük bir program hazırladım ve yola çıktık.

Aslında Kuyucak köyüyle ilgili lavantanın Fransa’nın Provence bölgesiyle bağlantılı şöyle bir hikayesi varmış : 1975 yılında zamanın zengin gül tüccarlarından Zeki Konur ve birlikte çalıştığı Nihat Yılmaz bir Fransa ziyareti dönüşünde, 30 haneye yaklaşık 15’er lavanta fidesi getirirler. Başlangıçta evlerin bahçelerinde ya da gül tarlalarının kenarlarında sadece süs iken, yıllar içinde zahmetsiz büyüyen lavantalar tarlaları kaplar ve bugün Isparta’nın Kuyucak gibi civar köylerinde yaklaşık 3 bin dönümlük bir alana yayılır.
goller-bolgesi - 12-Kuyucak.jpg goller-bolgesi - 13-Kuyucak.jpg

 

Bugüne kadar yapmış olduğum seyahatlerimi hep kendim organize ettim. Cezayir turla gittiğim nadir ülkelerden biri oldu. Bundan üç yıl önce bir arkadaşımla gitmek için bir girişimim olmuş ama turistik vize almakta yaşadığım zorluktan ötürü vazgeçmek zorunda kalmıştım. Çok sevdiğim ve seyahatlerde son derece deneyimli bir abim olan Atilla Ege’nin, Cezayir’e tur yapacağını duyunca onun grubuna katılmaya karar verdim. Özellikle UNESCO dünya miraslarını gezmeyi amaç edinmiş gezginlerin meydana getirdiği 16 kişilik iyi bir grup oluşmuştu. Gezmeyi benim gibi bir yaşam tarzı haline getirmiş ve hakkını vererek bilinçli gezen bu insanları tanımak ve onlarla birlikte bu turu yapmak benim için keyifli olacaktı.

Tüm hazırlıkları tamamlandıktan sonra THY’nın seferiyle 24 Nisan günü ülkeyle aynı adı taşıyan başkent Cezayir’e doğru yola çıktık. Yaklaşık 3 saat 30 dakika süren bir yolculuk sonrası Cezayir’in Houari Boumediene Havalimanı’na ulaştık. 10 gün sürecek olan bu turumuz sırasında altı dünya mirasının yanı sıra, başkent Cezayir’den başlayarak ülkenin birçok güzel yerini keşfedecektik. Açıkça söylemek gerekirse, turizmde emekleme dönemini yaşayan ve bugüne kadar sahip olduğu güzellikleri bir türlü dünyaya sunamamış olan Cezayir’i keşfetmek benim için heyecan verici ve ilginç olacaktı.


Genel Bilgiler       :   

* Cezayir batıda Fas ve Batı Sahra, doğuda Libya ve Tunus, güneyde Nijer, Mali ve Moritanya, kuzeyde ise Akdeniz ile çevrilidir.
* 2.3871.741 km2 lik yüzölçümü ile Afrika’nın en büyük, dünyanın ise 11. büyük ülkesi.
* 2018 verilerine göre nüfusu 42 milyon civarındadır. Bu nüfusun %90 gibi büyük bir kısmı ülkenin kuzeydeki kıyı kesiminde yaşamaktadır.
* Başkent Cezayir  (Fransızca’da Alger – Arapça’da El Dejezair diye söyleniyor)
* Oran – Constantine – Annaba – Batna – Sétif – Tlemcen diğer önemli şehirleri.
* Ülke 48 vilayete bölünmüş.
* Nüfusun % 99’u Müslüman, %1 diğer dinlerden.
* Ülkenin resmi dili Arapça. Ama eski Fransız sömürgesi olan bu ülkede halkın büyük kesimi Fransızca konuşabilmektedir. Ayrıca Fransızca ticari ve idari anlaşmalarda kullanılmaktadır.
* Para birimi Cezayir Dinarı (DA). Bankaların ve otellerin uyguladığı kur daha düşük. Acente sahibi ihtiyacımız olan dövizi bize daha iyi bir kurdan verdi. 1 Euro için 150 DA 1 USD için 130 DA ödedi. Sokakta para bozanlar bunun da üzerinde bir kur veriyorlar.
* Ülke topraklarının %80 kadarı çölle kaplı.
*Türkiye’den 2 saat geride.
* Ülkede iklimsel özellikler farklılık gösterir. Kuzeyde Akdeniz kıyısında Akdeniz iklimi görülürken, kuzeydeki dağlarda daha serin bir hava hakimdir. Güneyde ise çöl iklimi görülür. Gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı yüksektir.

Cezayir’e Ne Zaman Gidilir   :

Farklı iklimsel özellikler gösteren Cezayir’in birçok yerini gezmek istiyorsanız, bu ülkeye gitmek için en iyi dönemin 15 Nisan –  15 Mayıs ya da 15 Eylül – 31 Ekim tarihleri olduğunu söyleyebilirim. Ben de bu sene 24 Nisan – 03 Mayıs tarihleri arasında oradaydım ve gezmek için ideal bir hava vardı.

Cezayir’e Nasıl Gidilir  :

Eğer İstanbul’dan ülkenin başkenti Cezayir’e ya da Oran ve Constantine gibi büyük şehirlerden birine direk uçmak istiyorsanız, THY’ını (Turkish Airlines) tercih edebilirsiniz Uçuş süresi yaklaşık 3 saat 30 dakikadır. Bilet fiyatları gidiş-dönüş olarak 3400 YTL civarında. Gerçi diğer havayollarına göre biraz pahalı ama gayet konforlu ve rahat bir uçuş.
Eğer daha uygun bir fiyata, aktarmalı olarak uçmak isterseniz, o zaman Air Algerie – Alitalia – Atlas Global ve Lufthansa gibi alternatifleri de göz önünde bulundurabilirsiniz. Bu arada Air Algerie’nin (Cezayir Havayolları) Oran şehrine de direk seferi olduğunu duymuştum.

 Cezayir’e Vize Nasıl Alınır  :

Umumi yani  bordo pasaportu olanların Cezayir’e girebilmesi için Ankara’daki Cezayir Elçiliği’nden vize almaları gerekiyor. 30 günlük turistik vizeyi 40 Euro karşılığında bir iki gün içinde veriyorlar. Ama vizeyi almak hiç te kolay değil. Aslında istenen evraklar fazla değil. Uçak ve otel rezervasyonu, doldurulan bir form, iki fotoğraf, seyahat sigortası gibi kolay temin edilebilecek evraklar. Ama bunlar vizeyi alabilmeniz için yeterli olmuyor. Cezayir’den resmi bir davetiye getirmeniz gerekiyor. Eğer orada yaşayan bir tanıdığınız yoksa, o zaman oradaki bir tur operatörü ile bir gezi programı üzerine anlaşıp, onun vasıtasıyla resmi bir davetiye getirtebilirsiniz. Diğer alternatif ise Türkiye’den Cezayir’e tur düzenleyen bir acentenin turuna katılmak olacaktır. O zaman bu sorunu sizin yerine onlar halleder.

Cezayir’deki Turizm Acentesi  :

Cezayir’deki 10 günlük turu düzenleyen turizm ve seyahat acentesi Sara Voyages idi. Merkezi Guelma şehrindeki acentenin organizasyonundan ve bize karşı gösterdikleri ilgiden tüm grup olarak çok memnun kaldık. Acente sahibinin oğulları Mohammed ve Abdülkadir  tur boyunca bizimle birlikteydiler ve bizim rahat edebilmemiz için gereken gayret ve ilgiyi gösterdiler. Cezayir’e gidecek gezginlere bu acente ile bağlantı kurmalarını öneririm.
E-Mail : saravoyages@hotmail.com

Cezayir’in Tarihi      :

*Tarih boyunca istilalara maruz kalan Cezayir’e ilk yerleşen yabancılar MÖ1000’li yıllarda denizci ve tüccar bir kavim olan Fenikeliler olmuş.
*MÖ.814 yılında bir Fenike kolonisi olan Sur kentinden göç edenler tarafından kurulmuş bir Kartaca egemenliğini görmekteyiz.
*MÖ.145 yılında Kartacıları mağlup eden Romalılar Cezayir topraklarını ele geçirerek burada hakimiyet kurdular.
* MS.429 yılında Vandal istilasıyla Roma İmparatorluğu’nun buradaki egemenliği sona erdi.
* 7 yüzyılda Arap saldırılarına maruz kalan Cezayir’in Müslüman olması da bu dönemden itibaren gerçekleşmiş.
*1534-1830 yılları arasında Cezayir’de Osmanlı hakimiyetini görmekteyiz. Bugün de Osmanlı’nın izleri camilerde ve müze haline getirilmiş eski saraylarda görülmektedir.
*1832’den itibaren ülke topraklarını ele geçirmeye başlayan Fransızların tüm ülkeye hakim olmaları onbeş yılı aşkın bir süreyi almış. Cezayir 1962’ye kadar Fransız sömürgesi olarak kalmış.
*1954-1962 yılları arasında Fransa’ya karşı girişilen bağımsızlık mücadelesi sırasında 1 milyondan fazla Cezayirlinin hayatını kaybettiği söylenir.
* 5 Temmuz 1962’de Cezayir bağımsızlığını kazanmış. Böylece Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti kurulmuş.
*1992-1995 yılları arasında Cezayir’de yaşanan iç savaş ve terör olayları ülkeye büyük zarar vermiş.
*2000’li yıllara gelindiğinde ülke güvenliği ve huzuru yeniden sağlanmış olsa da, zaman zaman hükümeti protesto eden gösteriler, ekonomik kriz devam etmektedir.

Cezayir’in Ekonomisi    :

Cezayir gelişmekte olan bir ülke. En büyük gelir kaynağı da petrol . Bunun yanı sıra doğal gaz rezervinde de dünyanın en zengin ülkelerinden biri.
Her ne kadar topraklarının büyük kısmı çöl olsa da, tarımsal ürünler de ekonomisinde önemli bir yer tutuyor. Buğday, arpa, çavdar, üzüm, zeytin, narenciye, hurma, havuç ve marul gibi çeşitli sebzeler yetiştirilmektedir.
Başlıca sanayi ürünleri arasında petrokimya ürünlerini, hafif sanayi ürünlerini ve paketlenmiş gıda ürünlerini (hurma  gibi) sayabiliriz.
Günümüzde Cezayir ekonomisi ağırlıklı olarak petrol ve tarıma dayalı olsa da, ülke aslında büyük bir turizm potansiyeline sahip. Burada Djemila, Timgad ve Tipasa başta olmak üzere iyi korunmuş Roma kentleri var. Ayrıca başkent Cezayir başta olmak üzere, Oran ve Constantin gibi büyük şehirleri de görülmeye değer güzellikte. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan çöldeki M’Zab Vadisi son derece ilginç ve farklı bir bölge. Kısacası bu ülke gerek tarihsel değerleri, gerekse sahip olduğu doğal güzellikleriyle turizmde çok daha fazlasını hak ediyor. Ama ne yazık ki gözlemlediğim kadarıyla günümüzde turistler tarafından ülkeye gösterilen ilgi son derece az. Eğer gerekli tanıtım yapılır ve ülke kapılarını giderek dışa açarsa, gelecek yıllarda Cezayir’e çok daha fazla turist geleceğinden hiç şüphem yok.

Cezayir Güvenli mi ?  :

Cezayir’de zaman zaman hükümeti protesto eden bazı sokak gösterileri olsa da, bazı hırsızlık ve gasp olaylarına rastlansa da, güvenli bir ülke olduğunu söyleyebilirim. Bu tip olaylar dünyanın birçok ülkesinde yaşanabiliyor. Bu yüzden pek kafaya takmaya gerek yok. Sadece dikkatli ve temkinli olmak yeterli.

Biz grup olarak gittiğimizden her zaman polis eskortu eşliğinde gezdik. Herhangi kötü ya da bize rahatsızlık verecek bir olayla karşılaşmadık. Gittiğimiz her yerde de Cezayir halkından gereken ilgi ve saygıyı gördük. Polis eskortu olmasının sebebi, yeni yeni gelişmeye başlayan turizm sektöründe, turiste verdikleri önemden kaynaklanıyor. Turistin en güvenli ve en rahat bir şekilde seyahat etmesini sağlama gayreti içindeler.

Yalnız gidecek gezginler başkent Cezayir, Constantine, Oran gibi büyük şehirlerde rahatlıkla gezebilirler. Yalnız iç kısımlara ve küçük yerleşim bölgelerine gidecek olurlarsa, Cezayir’deki bir acentenin organize edeceği bir tura katılmalarını öneririm

Cezayir’de Alışveriş    :

Cezayir’den alınabilecek hediyeliklerin başında hurma geliyor. Gerçekten hurmaları oldukça lezzetli. Hatta Cezayirliler en iyi hurmanın kendi ülkelerinde üretildiği iddiasındalar. Buradaki rehberimden öğrendiğim bir şey de, yağışın az olduğu yerde yetişen hurmanın daha lezzetli olduğuydu.
Halı, kilim ve çeşitli tekstil ürünleri gibi şeyler yine buradaki dükkanlarda gördüğüm şeylerden bazıları.

Cezayir’de Yeme – İçme  :

Cezayir mutfağının Fas ve Tunus gibi komşu ülke mutfaklarıyla benzerlik gösterdiğini söyleyebilirim. Ülkede en çok et yeniyor. Bunların başında da koyun, sığır ve tavuk eti geliyor.
Akdeniz kıyısındaki kentlerde taze balık yiyebileceğiniz iyi restoranlar var. Tipasa’da  yediğim balık ve karides çok lezzetliydi.
Cezayir’in en önemli spesialitelerinden biri Şakşuka (Chakchouka). Et (koyun ya da yerine göre tavuk eti) ve patates, havuç, kabak gibi sebzelerle birlikte servis edilen kuskus Cezayir’in bir diğer spesialitesi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bugüne kadar Küba’ya 2009-2012 yılları arasında tam beş kez gitme fırsatı buldum. Bu seyahatlerden ilki benim için Küba’yı keşfetme gezisi oldu. Eşim ve kızımla birlikte on iki gün boyunca adanın bir ucundan diğerine gezdik. Daha sonraki gidişlerimde ise acentelerin organize ettiği turlarda rehberlik ve tur liderliği yaptım. Hatta birinde 1 Mayıs kutlamalarında burada bulunmanın heyecanı ve çoşkusunu yaşadım. Ama yine de Küba’ya doyamadım. Şimdi bana bir kez daha Küba’ya gitmek ister misin diye sorsanız, cevabım kesinlikle evet olur. Özellikle insanlarını çok sevdiğim bu ülkede kendimi hep evimdeymişim gibi hissettim. Bu ülke beni bir mıknatıs gibi hep kendine çekti. Hatta şimdi bile çekmeye devam ediyor. Niyetim önümüzdeki bir iki yıl içinde Küba’ya bir kez daha gidebilmek. Gitmişken ona pek de uzak olmayan, merak ettiğim bir diğer tropikal ada Jamaika’yı da gezmek. Umarım bu hayalimi de gerçekleştiririm.

Küba’daki gezilerime hep başkent Havana’dan başladım. Trinidad, Pınar del Rio, Varadero birkaç kez gitme fırsatı bulduğum şehirlerdi. Adanın diğer ucunda bulunan Küba’nın ikinci büyük kenti Santiago de Cuba ile Cienfuegos, Camaguey ve Che’nin anıtsal mezarının bulunduğu Santa Clara’ya da ikişer kez gittim. Tüm bu gidişlerim zaman içerisinde bana Küba’yı, insanlarını ve onların yaşantılarını daha iyi tanımama, anlamama yol açtı.

Genel Bilgiler  :

*Karayipler’deki en büyük tropikal ada olan Küba, Florida’ya sadece 180 kilometre uzaklıkta yer alıyor. Kuzey ile Güney Amerika arasındaki konumu nedeniyle  “Körfezin Anahtarı” olarak biliniyor.
*Küba esas itibariyle düz bir ülke; geniş ve verimli ovalarla kaplı. Ülkede sadece birkaç küçük sıradağ mevcut.
*Ülkenin resmi adı Sosyalist Küba Cumhuriyeti
*Yüzölçümü 110.860 km2 (Türkiye’nin 1/7si)
*Nüfusu 12 milyon civarında. Genç bir nüfusa sahip.
*Başkent Havana
*Santiago de Cuba, Varadero, Trinidad, Santa Clara, Camaguey, Cienfuegos, Pınar del Rio,  Bayamo, Baracoa diğer önemli şehirleri arasında.
*Eski bir İspanyol sömürgesi olan Küba’da İspanyolca konuşuluyor.
*Hıristiyan nüfusun çoğunluğu Katolik mezhebinden (%85 kadar) , Protestanlar azınlıkta. Ama Fidel Castro’nun liderliğindeki sosyalist rejimle birlikte dine verilen önem oldukça azalmış durumda.
*Küba halkı yüksek derecede ırksal karışıma sahip. Nüfusun hemen hemen yarısını Melezler (Mulattolar) oluşturuyor. Diğerlerini ise sırasıyla Beyazlar, Afrika kökenli Siyahlar ve çok azını da (çoğunluğu Çinliler) Asyalılar meydana getiriyor.
*Küba’daki siyasi rejim Sosyalist Cumhuriyet. Küba’da siyasi hayat ve siyasi kurumlar 1976 Anayasası ile düzenlenmiş. En üst organ olan Parlamento halk tarafından 5 senede bir seçiliyor. Tek parti olan Küba Komünist Partisi Birinci Sekreteri Fidel Castro’nun kardeşi Raul Castro’dur. Bilindiği gibi Fidel Castro 2016’da ölmüştü. Raul Castro’nun görevi bırakmasının ardından, 2018’de Devlet Başkanı Miguel Diaz-Canel olmuştur.
*Türkiye Küba’dan 8 saat ilerde.
*Bordo pasaporta sahip olanlar Küba’ya girebilmek için vize almak zorundalar. Ankara’daki Küba Büyükelçiliği’nden 30 günlük tek giriş-çıkışlı vizeyi kolayca birkaç gün içinde alabiliyorsunuz. Bunun için Schengen vizesi gibi fazla bir evrağa da gerek yok.
*Çeşme suyu içilse de, tadı oldukça kötü. Bu yüzden kapalı şişe su kullanın. İki tip su var:Agua con gaz (gazlı su), agua natural (normal, bildiğimiz su).
*Küba son derece güvenli bir ülke. Bugüne kadar ki gidişlerim sırasında en ufak bir olumsuzluğa rastlamadım. Ama yine de özellikle akşam saatlerinde üzerinizde fazla para, kredi kartı taşımamanızı öneririm.
*Tropikal bir iklime sahip. İki dönem var; kuru dönem, yağmurlu dönem. Mayıs-Kasım ayları arası yağmurlu dönem. Sıcaklık ta bu aylarda giderek artıyor; özellikle de Temmuz ve Ağustos da. Aralık-Nisan ayları arası ise kuru dönem. Bu ayları Küba’yı ziyaret etmek için ideal. Bu arada adanın doğusunun batısına oranla daha sıcak olduğunu söyleyebilirim.

*Küba’ya Ne Zaman Gidilir  :

Küba’ya gitmek için en uygun dönem Aralık-Nisan ayları arasındaki dönemdir. Hem yağmur ihtimalinin çok az olduğu ve hem de havanın aşırı sıcak ve nemli olmadığı bu dönem Küba’da yüksek sezon olarak kabul edilir. Turistlerin yoğun olarak Küba’yı ziyaret ettiği bu aylarda, otellerde doluluk oranı yüksektir. Bu nedenle çok önceden rezervasyon yaptırmak gerekir.
Mayıs ayından itibaren sıcaklık yükselmeye başlar. Temmuz ve Ağustos ayları hem çok sıcak, hem de yağışlı olduğundan önerilmez. Ekim de ise fırtına olma ihtimali bir hayli fazladır.

Küba’ya Nasıl Gidilir  :

Küba’ya giden birçok havayolu şirketi var. Ben bugüne kadar bir gidişim hariç, Air France ile uçtum. İstanbul’dan Paris aktarmalı olarak uçan Air France’dan hep memnun kaldım. Hemen hemen 10 saat süren uçuş sonrası akşamüstü saatlerinde Havana’nın Jose Marti Uluslararası Havalimanına iniyorsunuz. Havalimanı Havana’nın yaklaşık 17 km kadar güneyinde. Buna alterrnatif olarak KLM’in Amsterdam aktarmalı uçuşlarına bakabilirsiniz.

Küba’da Şehir İçi Ulaşım Araçları :

Küba’da şehir içinde bir yerden bir yere ulaşmak için birçok ulaşım aracından yararlanabilirsiniz. Bunlardan kısaca bahsedelim.
*Bicitaxi : Şöförün pedal çevirdiği bisiklet taksi kentteki kısa mesafeler uygundur. Ücreti diğer ulaşım araçlarına göre düşüktür. Örneğin Eski Havana’dan Vedado semtine yaklaşık 25-30 dakikalık bir sürede gidebilirsiniz.
*Cocotaxi : Bicitaxinin motorlusu olup, kabinli sarı renktedir. Orta uzunluktaki mesafeler için uygundur. Üstü kapalı arka bölümde iki kişi oturabilmektedir.

*Resmi Taksi : Kentteki uzun mesafeler için taksi gerekmektedir. Resmi taksilerin hepsinde taksimetre mevcuttur. Klimalı, iyi durumda olan ve güvenilir taksilerdir. Panataxi- Turistaxi-Taxi OK gibi üç ayrı şirkete bağlı taksi vardır.
*Özel Taksi : Bunlar izinsiz taksicilik yapan kişilerin özel araçlarıdır. Taksimetreleri yoktur. Genelde resmi taksilerden daha fazla para isterler. Bu yüzden pazarlık yapmanız gerekir.
*Amerikan Arabaları : 1950’li yıllardan kalma Amerikan arabalarına Küba’da her yerde rastlanır. Devrim öncesinde zenginlere ait olan bu arabaları günümüzde kiralayıp Havana’da gezebilirsiniz.

*Camello : Camello yani deve diye adlandırılan, eski TIR’lardan bozma bu otobüslere ilk kez Santiago de Cuba kentinde rastlamıştım. Kübalılar otobüsü tıka basa doldurmuştu. Söylendiğine göre 200 kişi taşıyabiliyorlarmış. Hatta genelde kapasitelerinin üstünde bile yolcu aldıkları söyleniyor.

Küba’da Para Bozdurma :

Küba’da iki para birimi geçerli. Biri Kübalıların kullandığı Küba Pesosu (CUP). Diğeri ise turistlerin kullandığı Konvertible Küba Pesosu (CUC). 2019’da 1 USD = 1 CUC   ve  1 Euro = 1,145 CUC değerlerine sahipti.

Yanınızda götürdüğünüz dolar ya da euronuzu CADECA adı verilen resmi döviz bürolarında,  bankalarda, havalimanında ya da Havana Libre, Nacional Hotel gibi beş yıldızlı otellerde bozdurabilirsiniz. Cadecalara birçok yerde rastlanıyor. Örneğin Eski Havana’daki Obispo caddesinde iyi kur veren bir cadeca var. Ayrıca banka olarak ta, Eski Havana’daki Banco de Credito y Commercio ile Miramar’daki Banco Metropolitan’ı önerebilirim. Para bozdururken %10 komisyon ödüyorsunuz.

Küba İle İlgili Tespitler :
 *Samimi, sıcak, neşeli, konuşkan, güler yüzlü, saygılı, misafirperver, onurlu insanlar.
*Giyimlerine dikkat ediyorlar. Oldukça temiz insanlar.
*Fotoğraflarının çekilmesinden hoşlanıyorlar. Bu yüzden fotoğraflarını çekerken bir sorun yaşamıyorsunuz. Yalnız bazılarının bundan para beklentisi olduğunu söyleyebilirim.
*Son derece kültürlü insanlar. Latin Amerika ülkeleri içinde en eğitimli uluslardan biri. Okur-yazarlık oranı ise günümüzde neredeyse yüzde yüze ulaşmış durumda.
*Eğitim hizmetleri gibi sağlık hizmetleri de herkese ücretsiz olarak sunuluyor. Bu Küba sosyalizminin bir başarısı. Devrim sonrası Küba sağlık alanında büyük ilerleme kaydetmiş. Hastanelerin, eğitimli ve başarılı doktorların sayısı hızla artmış. Sağlık hizmetleri o kadar gelişmiş ki, başka ülkelerden tedavi olmak için Küba’ya gelen insanlar var. Bunlardan biri de ünlü futbolcu Maradona’ydı. Futbolu bıraktıktan sonra kalbinden geçirdiği rahatsızlık dolayısıyla Küba’da iki yıl tedavi görmüştü.
*Kübalıların hayatında müzik ve dansın önemli bir yeri var. Gündüz olsun, akşam olsun özellikle başkent Havana’nın sokaklarından müzik eksik olmuyor. En küçük yerleşimlerde bile dans kulüpleri var.  Burası salsa, rumba, mambo ve çaçaçanın doğduğu yer.
*Genç bir nüfusa sahip olan bu ülkede çocuklara çok önem veriliyor. Küba’da doğan her çocuk doğduğu andan itibaren devletin gözetimi altında oluyor. Eğitim, sağlık harcamaları üniversiteyi bitirene kadar devlet tarafından karşılanıyor. Son derece bakımlılar ve giysileri tertemiz.

Küba - kuba-A.jpg

Küba Tarihine Damga Vurmuş Kişiler :

Her ülkede olduğu gibi Küba’da da adını altın harflerle bu ülke tarihine yazdırmış çok önemli kişiler vardır. Bunlardan kısaca bahsetmek isterim.

*Fidel Castro  : Bugün hayatta olmayan Kübalıların büyük lideri FidelBatista rejimine karşı savaş başlatan ve 1 Ocak 1959 tarihinde de Küba Devrimini gerçekleştiren kişidir.
*Ernesto Guavara(Che) : Arjantinli burjuva bir ailenin oğlu olan Ernesto, Fidel’in cesur yoldaşıdır. Kendisine yoldaş anlamına gelen “Che” diye hitap edilir. Devrime büyük katkısı olan bu efsanevi gerilla, 1967’de Bolivya’da pusuya düşürüldükten sonra kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Sadece Kübalıların değil, dünyada hayranlık duyulan bir kişiliktir.
*Jose Martin  :1853-1895 yılları arasında yaşamış olan José Martin, tüm Kübalılar için tarihi bir kişiliktir. Reform hareketinin öncüsüdür. Hayatının en önemli yanlarından biri İspanyollara karşı 1895’te Bağımsızlık Savaşı’nı yönetmesi olmuştur. Küba’nın bu milli kahramanı, İspanyollara karşı savaşta, daha silahını bile çekemeden ensesinden aldığı bir kurşunla vurularak can vermiştir.
*Carlos Manuel de Cespedes : 1868’de İspanyollara karşı girişilen ilk bağımsızlık Savaşı’nın kahramanıdır. Kübalılar tarafından çok sevilen Cespedes, köleleri serbest bırakarak köleliğe karşı mücadele vermiştir.
*Camilo Cienfuegos : Fidel ve Che’nin ardından, Küba’nın en ünlü devrimcisidir. Fidel ve Che ile birlikte Batista yönetimine karşı mücadele vermiştir.

*Küba’nın Ekonomisi  :

Yıllarca Amerikan ambargosunun zorluklarını yaşamış olan Küba, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ise ekonomik bakımdan büyük sıkıntı yaşamış. Ekonomisi nikel, tütün, şeker gibi belli sayıda malların ihracatına bağlı kalmış. Daha sonraki yıllarda ise turizm ülke ekonomisi için öncelikli hale gelmiş. Bugün de turizm ülke ekonomisinde önemli bir yere sahip. Küba her zaman turistlerin ilgisini çeken bir ülke olmaya devam ediyor. Turistler içinde Kanadalılar başı çekiyor. Onları Ruslar, Almanlar, İtalyanlar izliyor. Türkler de son yıllarda Küba’ya büyük ilgi duyuyorlar.

Küba son derece bereketli topraklara sahip bir ülke. Küba’nın yetiştirdiği başlıca tarım ürünleri arasında tütün, şeker kamışı, kahve, pirinç, fasulye, kakao, patates, narenciye sayılabilir. Ayrıca muz, mango, papaya, ananas, Hindistan cevizi gibi tropikal meyveler bolca üretilmektedir. Balık ve deniz ürünleri de, Küba’nın başta gelen ihracat kalemleri arasındadır.

Gelişmiş sanayi dalları arasında şeker, ilaç, çimento, dokuma, konserve bulunmaktadır. Nikel üretiminde dünyada önemli bir yere sahiptir. Petrol çok az çıkmaktadır. Bu yüzden ihtiyacının önemli bir kısmını Venezüela’dan ithal etmektedir.

Küba ekonomisi geçmiş yıllarda Amerikan ambargosunun zorluklarını yaşamıştır. Sonrasında Sovyetler Birliği ve ona bağlı ülkelerin desteğinden faydalanmıştır. Ama 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılması ardından, büyük ekonomik sıkıntılar ve yokluklarla boğuşan Küba’nın ekonomisine günümüzde en büyük katkıyı turizm yapmaktadır. Ayrıca Küba dünyanın en büyük tütün üreticilerinden biri olup, yurt dışına önemli miktarda puro ihraç etmektedir. Bilindiği gibi Küba puroları dünyaca meşhurdur. Bunun dışında dünyanın en büyük şeker üreticilerinden biridir.

*Küba’da Alışveriş  :

 Küba’dan alınacak şeylerin başında puro gelir. Küba puroları dünyanın en iyisidir. En iyi puro markası Cohiba Madero 5. Diğer markalar arasında Montecristo, Romeo Julietteve Fuente var.
Küba deyince akla gelen ilk içki, ülkenin milli içkisi olan romdur. İlk Küba romu Havana Club. 1898’de yaratıldığında, Havana’daki bir gece kulübünden adını almıştır. Bunun Anejo 7 yıllık olanını tercih edin.
Ahşap heykeller, anahtarlıklar, tişörtler, el örgüsü masa örtüleri, biblolar, dantel bluzlar, Küba müzikleri üzerine CD’ler, tablolar, magnetler, Küba’dan alınabilecek hediyelik eşyalar arasındadır.
Ülke para birimi olan bir peso (CUC) resmi kurda bir dolara eşit olduğundan, Küba turistler için hiç de ucuz bir ülke değildir. Ayrıca Küba pek de pazarlık yapılan bir ülke değildir. Yalnız bazı hediyelik eşya satan dükkanlarda fiyatları şişirdikleri oluyor. Bu yüzden pazarlık yapmayı deneyebilirsiniz.

Küba’da Yeme – İçme  :

Öncelikle bugüne kadar çok sayıda ülkede yemek yemiş biri olarak, Küba mutfağının çok çeşitli yemeklerden oluşan zengin bir mutfağa sahip olduğunu söyleyemem. Bu konuda büyük bir beklenti içinde olmayın. Ama buna karşın ülkede lezzetli yemek yiyebileceğiniz restoranlar mevcut. Ayrıca şık restoranlarda fiyatlar da Avrupa ülkelerini aratmayacak düzeyde.

Kübalıların başlıca yemeği tavuktur. Tavuk dışında domuz eti de çok yenir. Ana yemek çoğu zaman yanında pilav ya da kızarmış patates ile servis edilir. Sebze çoğu zaman yoktur.
Bir ada ülkesi olan Küba’da balık ve deniz ürünleri de bolca tüketilir. Deniz ürünlerinin başında istakoz gelir. Bu nedenle buraya kadar gelmişken, eğer seviyorsanız istakozun tadına bakmalısınız.
Bunların dışında siyah fasulye, mısır, patates, tropikal meyveler çok tüketilen gıdalardır. Tropikal meyvelerin başında muz gelir. Kızarmış muz bir sebze olarak da menülerde yer alır.
Şık restoranlarda fiyata %10 servis ücreti ilave edilir. Bazı restoranlarda ödemelerinizi dolar ya da euro ile ya da kredi kartı ile yapabilirsiniz.
Uygun fiyata ve hızlı bir şekilde yemek yemek isteyenler için, fast food türü yiyecekler, parça pizza, sandviç, tavuk ile kızarmış patates bulabileceğiniz mekanlar da var.
Restoranlarda en çok içilen içkilerin başında bira gelir. En çok içilen biraların başında Bucanero gelir. Daha hafif olup, çok tercih edilen bir diğer bira ise Cristaldir. Restoranlarda ve barlarda en çok bu ikisi bulunur. Ayrıca Hatuey, Mayabe gibi başka markalar, Carlberg gibi ithal biralar da var.
Küba içki yönünden zengin bir ülkedir. Sıcak ve nemli bir iklime sahip bu ülkede, insanın içini serinleten ve içimi son derece hoş olan Mojito çok tercih edilir. Rom buz, şeker, limon suyu ve taze nane yapraklarıyla hazırlanan bu içkiyi, Amerikalı romancı Ernest Hemingway başta olmak üzere, ünlülerin de uğrak yeri olmuş Havana’daki La Bodeguita del Medio adlı barda denemenizi öneririm.
Küba’da popüler olan bir diğer içki Pina Colada. İçine rom, Hindistan cevizi yağı, ananas suyu ve buz konarak hazırlanan içimi hoş bir kokteyl. Küba’da deneyebileceğiniz bir diğer içki ise Cuba Libre. Rom, cola, limon suyu ve buz konarak hazırlanıyor.
Küba kahvesinin tadı güzeldir. İtalyan kahveleri gibi serttir. Küçük fincanda servis edilir.

Eğer dondurma yemek isterseniz, Vedado semtinin 23.caddesi diye bilinen La Rampa üzerindeki Coppelia, önünde uzun kuyruklar olan kentteki tek dondurmacıdır.

Japonya birçok kişinin hayallerini süsleyen bir ülke. Bunlardan biri de benim yakın bir arkadaşım. Bir gün oturup konuştuk ve iki aile birlikte Japonya’ya gitmeye karar verdik. Ben de o güne kadar birçok Asya ülkesini ziyaret etmiş ama Japonya’ya bir türlü gidememiştim. Uzun zamandır merak ettiğim ve çok görmek istediğim bir ülkeydi. Yalnız oraya kadar gitmişken sadece Japonya’yı gezip dönmek olmazdı. Bu yüzden gezi programına onun yakın komşusu Güney Kore’yi de dahil ettik. Böylece iki ülkeyi arka arkaya ziyaret edecektik. Toplam 16 gün sürecek olan seyahatimizin sadece dört gününü Güney Kore’ye ayıra bilmiştik. Çünkü bizim için öncelikli olan Uzakdoğu’nun teknoloji devi Japonya idi.

Aslında Japonya’ya gitmeyi düşündüğümüz tarih kiraz çiçeklerinin açtığı Sakura dönemiydi. Her yıl Japonya’nın çeşitli kentlerinde Sakura Zensen ikişer haftalık festivallerle kutlanıyordu. Bu da hemen hemen Mart ayının son haftasından başlayıp Mayıs ayı başına kadar olan dönemi kapsıyordu. Fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla, baharı müjdeleyen kiraz çiçekleriyle harika görüntüler ortaya çıkıyordu. Tabii ki baharın o güzelliğini yansıtan bu festivali orada yaşamak isterdim. Fakat kızımın okulu nedeniyle gidiş tarihimizi haziranın son haftasına çekmek zorunda kaldık. Yalnız ilerde bir kere daha Japonya’ya gitme fırsatı bulursam, bu sefer kesinlikle Sakura dönemini tercih ederim.

Seyahatimize önce Güney Kore’den start verdik. Orada dört keyifli gün geçirdikten sonra, Seul’den uçakla Japonya’nın başkenti Tokyo’ya geçtik. Japonya’da dolu dolu geçireceğimiz 11günümüz vardı. Önce Tokyo’yu, ardından da sırasıyla Nikko, Kyoto, Nara, Osaka ve Hiroşima gibi belli başlı kentleri ziyaret edecektik. Sanıyorum ki burada yaşayacaklarımız bize bu güzel ve ilginç ülke hakkında iyi bir fikir verecekti.

Genel Bilgiler   :

*Japonya binlerce irili ufaklı adanın oluşturduğu bir ülke. Asya’nın doğusunda, Pasifik Okyanusu üzerinde, boylu boyunca bir hilal biçiminde uzanıyor. Doğusunda Pasifik Okyanusu, batısında Japon Denizi var. Ülke topraklarının %95’ini kuzeyden güneye doğru sıralanan dört ana ada oluşturuyor : Hokkaido (79 bin km2) – Honshu (227 bin km2) – Shikoku (18 bin km2) ve Kyushu (36 bin km2).
*Ülkenin üçte ikisi dağlık. En yükseği 3778 metre olan Fuji Dağı. Japonya’nın sembolü kabul edilen ve halen aktif olan volkanik bir dağ. Zaten ülkede 270 tane volkan yer alıyor. Bunlardan 190 tanesi sönmüş volkan. Sonuçta burası en fazla depremin yaşandığı ülkelerin başında geliyor. Ülkenin sadece 1/5’i yaşanabilir durumda.
*Yüzölçümü 378 bin km2. Hemen hemen Türkiye’nin yarısı kadar bir alana sahip.
*128 milyon civarındaki nüfusuyla dünyanın 9.uncu büyük nüfusuna sahip ülke. Bu nüfusun içinde 1,2 milyon kadar yabancı da var. Bunların çoğu Amerikalı, Tayvanlı, Çinli, İngiliz ve Kanadalı.
*Başkent Tokyo.
*Resmi dili Japonca. Dünyada en çok konuşulan 7.inci dil.
İngilizce ise Japonca’nın ardından ülkede en çok konuşulan dil. Ama Japonlar dil konusunda pek yetenekli değiller. Genelde İngilizce’yi çok iyi konuşamıyorlar.
*Japonya’da 3 dini inanış vardır. Şintoizm, Budizm ve Hıristiyanlık. Dünyanın en eski dinlerinden biri olan Şinto, 1870-1940 yılları arasında Japonların milli diniymiş. 1940’dan sonra resmi din olma özelliğini kaybetmiş. Şu anda Japonya’da resmi din diye bir şey yok. Okullarda dini eğitim yasak. Günümüzde az sayıda Japon tamamen Şinto dinine bağlı. Budizm ise Japonya’daki ikinci önemli din konumunda. Bir de Hıristiyan nüfus var. Bunlardan 600 bin kadarı Protestan ve yaklaşık 400 bini de Katolik.
*Para Birimi Japon Yeni (JPY)
2016’da 1 Euro = 117,5 JPY ve 1 USD = 104 JPY idi.
2019’da 1 Euro = 126 JPY    ve 1 USD = 109 JPY
*Japonya’da yönetim şekli Anayasal Monarşi. İngiltere’de nasıl kraliçe varsa, burada imparator var. 1989’dan beri İmparator Akihito, Japon halkının birliği ve devletin sembolü. Yönetim yetkisi yok. Siyasi rejim Parlamenter Demokrasi. Temsilciler Meclisi ve Senoto’dan oluşan bir Parlamento ile ülkeyi yöneten başkakanın önderliğinde bir bakanlar kurulu var.
*Nippon, Japonların ülkelerine taktıkları isim. “Güneşin doğduğu yer” anlamına geliyor.
*Japonya Türkiye’den + 6 saat ilerde.
*Türk vatandaşları 3 ay süreyle vizeden muaftır.
*Çeşme suyu içiliyor. Ayrıca şehrin birçok yerinde tren istasyonları dahil kapalı şişe su alabileceğiniz otomatik makineler var. Suya ihtiyaç duyacağınız sıcak yaz günlerinde bu büyük kolaylık sağlıyor.
*Çok güvenli bir ülke. Suç oranı diğer ülkelere göre çok düşük.

Japonya’ya Ne Zaman Gidilir  :

Japonya’yı ziyaret için en ideal aylar Nisan ve Mayıs’tır. Bu aynı zamanda kiraz çiçeklerinin açtığı muhteşem görüntüler sunan Sakura dönemine denk gelir. Yaprakların renk değiştirdiği Eylül sonu ile Ekim ayı da Japonya’nın güzelliğine doyum olmaz.

Yazın ise sıcak ve nemli bir hava söz konusu olduğundan, Japonya’yı ziyaret etmek için aslında pek uygun değildir. Özellikle başkent Tokyo’da nem oranının çok yüksek olması, çoğu zaman gezmeyi zorlaştırır. Biz kızımın okulu nedeniyle Haziran-Temmuz döneminde Japonya’ya gittik. Bazen aşırı sıcak ve nemden rahatsızlık duysak da, yine de keyifli bir gezi yaptığımızı söyleyebilirim. Kışlar ise Japonya’nın çoğu yerinde, özellikle de kuzey kısmında soğuk geçtiğinden tercih edilmeyen bir dönemdir.

Japonya’ya Nasıl Gidilir   :

İstanbul’dan Tokyo’ya birçok havayolu şirketi uçuyor. Bunlardan Nippon Airways ve Turkish Airlines’ın direkt seferleri var. Buna karşın aktarmalı olarak uçan havayolları da var. Bunlar içinde en uygunu Doha aktarmalı uçan Qatar Airways’in seferleri. Bunun yanı sıra Dubai aktarmalı Emirates, Singapur aktarmalı Singapore Airlines, yine Almanya aktarmalı olan Lufthansa tercih edilebilir.

Eğer Japonya ile birlikte Kore’yi de ziyaret edecekseniz, Korean Air (Kore Havayolları) fiyat bakımından birçok havayolu içinde en uygun olanların başında gelir. Bizim yaptığımız gibi Korean Air ile İstanbul’dan Seul’e, oradan da Tokyo ya da Osaka’ya uçabilirsiniz. Dönüşü yine Seul üzerinden yaparsınız. Korean Air’in İstanbul’da satış ofisi bulunmaktadır.

Tokyo’da iki havalimanı var. Tokyo’nun 22 km kadar güneyde yer alan eski havalimanı Haneda günümüzde daha çok iç hatlarda kullanılırken, uluslararası uçuşların çoğu Narita hava limanından gerçekleşiyor.

Japonya’da Ulaşım   :

Japonya’da ulaşım ve kamu taşımacılığı sistemi mükemmel işler. Japonya içinde seyahat etmenin en ekonomik ve pratik yolu treni kullanmaktır. Japonya dünyanın en gelişmiş demiryolu ağına sahiptir. Trenler hem tam saatinde kalkar, hem de çok hızlıdır. İstediğiniz yere en hızlı bir biçimde ulaşırsınız. Bu yüzden Japonlar özellikle büyük kentler arasındaki ulaşımda, yollar çok kalabalık olduğundan kendi arabalarıyla gitmek yerine, trene binmeyi tercih ederler. Japonların mermiye benzettiği için “the bullet” diye adlandırdığı “Shinkansen” olarak bilinen tren saatte 320 kilometre hızla gitmektedir. Hızlı olmasının yanı sıra çok konforlu ve güvenlidir.

Japonya - japonya.A.jpg

Japonya’daki seyahatimiz sırasında kentler arasında gidip gelirken çoğu zaman Shinkansen adlı hızlı treni kullandık. Trenin hızı müthişti. Bundan önce en hızlı trenlere (TGV) Fransa’da binmiştim. Ama bunun hızının onu da geçtiğini söyleyebilirim. Giderken geçtiğimiz yerleri görmüyorduk bile.

Japonya - tren-pass1.jpg

Japonya’da tren bilet fiyatları oldukça yüksek. Daha ekonomik bir ücret ödeyerek Shinkansenleri (Nozomi ve Mizuho hariç) kullanabilmeniz için, Japonya’ya gitmeden önce İstanbul’daki H.I.S. firmasıyla iletişime geçip, JR Pass (Japan Rail Pass) için gerekli ödemeyi yapmanız ve Japonya’ya ayak bastığınızda ödeme yaptığınız belgeyi havalimanındaki “JR Pass Midoriguchi” ofisine verip, JR Passlarınızı alarak kullanıma açtırmanız gerekmektedir. Bunu yaparken JR Pass’ın geçerli olacağı ilk gün ile son günü yani bir haftalık süreyi de belirliyorsunuz.

Japonya - tren-pass.jpg

JR Pass uygulaması sadece Japonya’ya turistik seyahat yapanlar için geçerlidir. 7-14-21 günlük JR Paslar mevcuttur. 2016’da gittiğimizde 7 gün için bir yetişkinin ödediği rakam 809 TL idi. 2018’de bu fiyat 1929 TL’ye yükselmiş. Biz 7 günlük JR Pass aldık ve yedi gün boyunca hızlı trenlerden yararlandık. Bu paslar trene binme hakkını verirken, koltuk ve kompartıman numaralarınızı kartınızı gösterip istasyonlardaki gişelerden ücretsiz olarak alıyorsunuz. Bu arada isterseniz numara almayıp, trende belirlenmiş numarasız kompartımana da geçebilirsiniz.
Daha detaylı bilgi için H.I.S. firmasıyla jrpass@his.com.tr mailine yazarak iletişime geçebilirsiniz.

Şehirler arası ulaşımda bir diğer alternatif otobüs. Hizmet kalitesi gayet iyi. Ama tren yolculuğuna göre çok daha uzun sürüyor. Tokyo-Kyoto arası hemen hemen 7 saat tutuyor.

Japon Halkı Hakkında Bilinmesi Gerekenler  :

*İnanılmaz derecede saygılı insanlar. Bugüne kadar çok fazla sayıda ülke gezdim, Japonlar kadar saygılı ve düşüncelisini görmedim. Kendilerinden daha çok başkalarını düşünüyorlar.
*Doğru, dürüst ve güvenilir insanlar.
*Yardımseverler. Bir şey sorduğunuzda yardım etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Yolda bir haritaya bakarken, yanınıza yanaşan bir Japon size yardımcı olabilmek için hemen nereyi aradığınızı soruyor. Hatta bir keresinde akşam Tokyo’da bir restoranın yerini sorduğumuz Japon genç, yolunu değiştirip bizi biraz ötedeki restoranın kapısına kadar götürmüştü. Doğrusu bu kadarını beklemiyordum. Davranışından etkilenmiştim.
*Yasalara, kurallara son derece saygılılar. Günlük yaşamlarında düzen, disiplin ve karşılıklı saygı hakim. Örneğin metroya ya da trene binerken herkes sıraya giriyor; en ufak bir itiş kakış yaşanmıyor. Trafik ışıklarına ve kurallarına riayet etmeyen tek bir sürücü ya da yayaya rastlanmıyor.
*Mükemmeliyetçi insanlar. Zaten sistem de onları buna zorluyor.
*Kavgadan, gereksiz sürtüşmelerden hoşlanmıyorlar. Günlük yaşamlarında sakin ve iyi geçimli insanlar. Japonya’da bulunduğum iki hafta boyunca yolda veya herhangi bir mekanda en ufak olumsuz bir şeye rastlamadım.
*Japonlar genelde başkalarına art niyet beslemeyen insanlar. Başkaları hakkında olumsuz fikir yürütmüyorlar. Başka uluslara da geçmişteki bazı kötü olaylardan dolayı kin beslemiyorlar. Örneğin ABD tarafından ülkelerine iki kez atom bombası atılmış olmasına rağmen, onlar hakkında kötü bir laf söylediklerine ne şahit oldum, ne de başkalarından duydum.
*Çok temiz insanlar. Bunu gezdiğiniz sokakların, caddelerin ve girdiğiniz restoranların, kafelerin ve özellikle de tuvaletlerin temizliğinden anlıyorsunuz.
*Bugüne kadar gerek Japonya’da, gerekse başka seyahatlerim sırasında karşılaştığım ve tanıştığım Japonlar’ın Türklere karşı sevgi beslediğini ve Türk kültürünü kendilerine yakın bulduklarını gözlemledim.
*Japonlar genelde sağlıklı ve uzun yaşayan insanlar. Dünyanın en yaşlı insanlarının bulunduğu ülkelerin başında Japonya’nın gelmesi bunun bir göstergesi. Spor yaparlar, sağlık kontrollerini ihmal etmezler, az ve yavaş yemek yerler ve doğru beslenirler.
Bir gazetede okuduğum bir haberde, dünyanın en yaşlı adamı olarak 121 yaşında ölen Shigechiyo İzumi, ölmeden önce kendisiyle yapılan bir röportajda, uzun yaşamın sırrını şu sözle ifade etmişti : temiz havada sade bir hayat, doğru beslenme ve her gün bir kadeh “sake”.

Japonya Tarihi     :

*710-794 yılları arasında Nara Japonya’nın ilk başkentiydi.
*794-1185 yılları arasında Kyoto şehri Japonya’ya başkentlik yaptı.
*1185-1333 Savaşçıların Şoguna Kamakura adı altında bir askeri idare kurması ve Kamakura’daki hakimiyetleri.
*1333-1568 Japonya’da Muromachi (feodal) dönemi.
*1600-1867 Tokugawa Şogunluğu dönemi. Başkenti Edo (bugünkü Tokyo) olan Tokugawa Şogunluğu (beyliği) 17. yüzyıl başlarında yıllar boyu süren mücadele ve birçok rejimin devrilmesinin ardından kurulmuştur. Bu barış döneminde dış dünyaya kapılar kapatılmış,  ulusal bir tecrit politikası benimsenmiştir.
*1867’de iktidardaki şogunun istifa etmesi üzerine, imparatorun otoritesi geri verilmiştir. İmparator Meiji yönetimindeki yeni hükümet devlet işlerinin kontrolünü yeniden ele almıştır. Ülkenin refah ve askeri gücün iyileştirilmesine yönelik Batılaşma politikası izlenmiştir.
*1868-1912 Meiji Dönemi. Genç Samuraylar Meiji’yi destekliyorlardı. Amaç ülkeyi yeniden güçlendirmek, zengin ülke ve güçlü bir ordu yaratmaktı. Kısacası ülke 300 yıl kadar dış dünyaya kapalı kaldıktan sonra, kapılarını bu dünyaya tekrar açmıştı.
*1868’de Tokyo Japonya’nın başkenti oldu.
*1894-1895 Çin-Japon Savaşı, Japonların zaferiyle son buldu.
*1904 -1905 Rus-Japon Savaşı, Japonların zaferiyle sonuçlandı.
*1945’te Amerika Birleşik Devletleri Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası attı. Sovyetler Birliği de Pasifik’te savaşa girdi. Sonunda Japonya barış istedi.
*1945’ten sonra 2.Dünya Savaş’ının yıktığı Japonya, 30-35 yıl içinde hızlı toparlanıp, dünyanın en gelişmiş sanayi ve teknolojisine sahip ülkelerinden biri haline geldi. Japonya’nın refah ve yaşam düzeyi Batı Avrupa ülkelerini geçti. Buna “Japon Mucizesi” dendi.
*1997’de Güney Doğu Asya ülkelerinde görülen ekonomik durgunluk Japonya’ya da yayıldı.

Japonya’nın Ekonomisi   :

ABD’den sonra dünyanın en güçlü ikinci ekonomisine sahipken, son yıllarda büyük atak yapan Çin’in gerisinde kaldı. Bugün de Japonya güçlü ekonomisiyle yaşam standardı ve refah seviyesi çok yüksek olan bir ülke.

Japonya çok dağlık bir ülke olduğundan, topraklarının önemli bir bölümü tarıma elverişli değil. Sadece topraklarının %13’ünü tarımda kullanabiliyorlar. Bu da nüfusu kalabalık olan bu ülkenin gıda konusunda dışa bağımlı olduğunu gösteriyor. Yiyeceklerin büyük kısmını başka ülkelerden ithal ediyorlar.

Bir ada ülkesi olduklarından, balık ve diğer deniz ürünleri ekonomilerinde önemli bir yer tutuyor. Toplam yıllık balık avcılığında dünya 4.üncüsü. Bunun yanı sıra dünyanın en fazla balık ithal eden ve tüketen ülkesi.

Japonya doğal kaynaklar açısından fakir ülkedir. Birçok önemli madeni dışarıdan ithal etmek zorundadır. Örneğin kullandığı petrolün %90 gibi çok büyük kısmını başka ülkelerden satın alır. Sanayide kullandığı alüminyum, demir gibi temel maddelerin hemen hemen tümü dış ülkelerden ithal edilir. Zaten ithalatının önemli kısmını petrol ürünleri, gıda maddeleri ve makineler teşkil eder.

Buna karşın Japonya’nın sanayisi çok ileri düzeydedir. Ülke II. Dünya Savaşı sonrası, özellikle 1950-1980 yılları arasında hızlı bir ekonomik büyüme göstermiştir. Bu dönemde gemi inşası, çelik üretimi, otomotiv ve elektrikli ekipman imalatı öne çıkan sanayi dalları olmuştur. Bugün de otomotiv sektörü Toyota, Honda gibi markalarla sanayide başı çekmektedir. Yine elektrikli aletler ve elektronik ülke için önemli sanayi dallarıdır.

Japonya’da Yeme – İçme  :

Japon mutfağı deyince ilk akla gelen şey Suşi’dir. Suşi ufak bir avuç pişmiş pirincin etrafının yosunla sarılıp, üzerine çiğ balık çeşitlerinden birinin konulmasıyla yapılır. İstenirse wasabi de ilave edilir. Her ne kadar Türkiye ve bazı ülkelerdeki Japon restoranlarında suşi yemiş olsam da, Japonya’da yediklerimin daha lezzetli olduklarını söyleyebilirim.Tabii burada restoranı doğru seçmenin de önemi var. Bu konuya “Tokyo’da Yeme-İçme “ bölümünde ayrıca değineceğim.

Japonya - japonya.B.jpg

Bugüne kadar yediğim suşiler içinde en lezzetlisi yılan balığı (unagi) ile yapılanıydı. Ayrıca ton balığı (maguro), uskumru (saba), sake (somon), tara (morina), sanma (zargana), tako (ahtapot), ebi (karides), yengeç (kani) gibi farklı çiğ balık ve deniz mahsulleri de suşi yapımında kullanılır. Suşi soya sosuna batırılarak yenir. İsteğe göre wasabili ya da wasabisiz servis edilir.

Wasabi ise dağlarda, çok temiz su kaynaklarının kenarlarında yetişen wasabi adlı bitkinin kökünden elde edilir. Yalnız keskin ve acı bir tadı olduğundan az miktarda kullanılır. Acıyla arası iyi olmayanların suşiyi wasabi koymadan yemelerini öneririm.

Japon mutfağı elbette sadece suşiden ibaret değildir. Birçok değişik lezzeti barındıran zengin bir mutfağa sahip ülkedir Japonya. Dünyanın birçok ülkesinde Japon restoranları ve bunları tercih eden bir kesim vardır.

Geleneksel Japon mutfağının ana yemeği pilavdır. Pilav her öğünde vardır; aynı bizdeki ekmek gibi. Yalnız onlar pilavı yağsız ve tuzsuz yaparlar. Pilava Gohan derler.

Japon mutfağının diğer Doğu Asya mutfaklarından en önemli farkı yağ ve baharat kullanımının daha az olmasıdır.

Japon mutfağının en güzel örneği Sasimi’dir. Balığın çiğ olarak sunulduğu bir yemek türü olan saşimi için balığın çok taze olması esastır. Saşiminin tabakta sunumu da önemlidir. Saşimi tabağına ton, somon gibi birkaç değişik balık çeşidinin yanına ahtapot, karides, kalamar gibi değişik deniz ürünleri de çiğ olarak eklenebilir. Bir de tercih edenler için bir parça wasabi konur.

Japonya - japonya.C-1.jpg

Tempura, balık ve midye gibi deniz ürünlerinin ya da sebze çeşitlerinin su, un ve yumurta karışımına batırılıp yağda kızartılmasıyla yapılan çok lezzetli bir Japon yemeğidir. Yağın içinde kızartılmasına rağmen, yağlı bir lezzet içermez. İyi bir Japon restoranın da denemenizi öneririm.
Soba çok ince kesilmiş açık renkli erişteyle hazırlanmış bir Japon yemeğidir.
Tofu Japonya, Çin, Tayland gibi Uzak Doğu ülkelerinde yenir. Soya fasulyesinden elde edilen, peynir gibi kalıplar halinde bir besindir. Tek başına yendiği gibi, çorbalara ve yemeklere de katılarak yeniyor.
Yakitori bildiğim ızgara tavuk şiş ve Japonya’da çok yeniyor.
Japon mutfağında önem taşıyan besin maddelerinden biri de Miso’dur. Miso, fermante edilmiş ve tuzlanmış soya fasulyesi, pirinç, buğday ve bazı tahıllardan elde edilen bir besindir. Çorba yapımında tat ve koyuluk vermesi için misodan yararlanılır. Miso Çorbası Japonların tercih ettiği çorbaların başında gelir.
Okonomiyaki kalın pankek şeklindeki bir Japon spesialitesi. Dana eti, domuz eti, sebze, yumurta, kalamar ve karidesten oluşuyor. Japonya’da denediğim lezzetli bir yemek.
Shabu-shabu Japonların çok sevdiği yemeklerden biri. Etler yosun ve bazı soslar içinde pişirildikten sonra, içinde ince kesilmiş taze soğan ve kırmızı acı turp rendesi olan sosa batırılarak yeniyor.
Wagyu sığırlarından elde edilen Kobe bifteği, Japonya’da yiyebileceğiniz lezzetli bir et. Yalnız oldukça pahalı olduğunu hatırlatırım.
Japonlar erkek olsun, kadın olsun içmeyi seven bir ulus. Bira (biru) Japonya’da çok popüler ve tercih edilen bir içki. Japon biralarının tadı güzel. Sapporo, Asahi, Kirin ve Suntori beğenilen bira markaları.
Sake ise Japonların ulusal içkisi. Pirinç ve tahıl tozundan yapılıyor. Beyaz şarap renginde olup, %17-18 gibi bir alkol oranına sahip. Kahve fincanı büyüklüğündeki özel sake bardaklarında veya şarap kadehlerinde içiliyor. Genelde soğuk içilse de, sıcak ta içildiği biliniyor. Yalnız çabuk tüketilmesi, altı aydan fazla saklanmaması gerekiyor.
Japon kültüründe çayın önemli bir yeri vardır. Çayı törenle içmek sadece Japonlara özgüdür. Çay seremonisine “Chanoyu” adı verilir.
Japonya’daki restoranların birçoğuna ayakkabılar çıkartılarak girilir. Restoranlarda bahşiş verme adeti yoktur. Bu yüzden restoranda bir Japon’a bahşiş verilmez.
Japonlar yemeklerini “hashi” diye adlandırılan çubuklarla yerler. Çocuklarını bebeklikten itibaren hashi kullanmaya alıştırırlar.
Restoranlarda vergi (tax) oranı %8 dir. Bu fiyatın üzerine eklenir. Kuver için de belli bir ücret alınır.

Japonya’daki Bazı Etkinlikler  :

*Çayı törenle içmek yalnız Japonlara özgüdür. Kyoto’nun Gion semtinde Japon stilindeki bir çay evinde bir Çay Seremonisi deneyimi yaşayabilirsiniz.
*Sumo Güreşi Japonya’nın 1000 yılı aşkın bir geçmişe sahip bir ulusal sporudur. Eğer denk gelirseniz ve ilgi duyuyorsanız Tokyo ya da başka bir şehirde bir Sumo Güreşi turnuvasını izleyebilirsiniz.
*Japonya’da geleneksel bir tiyatro oyunu olan, klasik danslı drama Kabuki izleyebilirsiniz.

Dünyanın en yüksek sıradağları Himalayalar’ın gölgesinde kalmış bu gizemli ülke her zaman ilgimi çekmiştir. İnsanı etkileyen doğal güzelliklerinin yanı sıra, çok sayıda tanrı ve tanrıçanın mekan tuttuğu büyülü bir diyardır burası. Zaten gizemi de oradan gelir. Ayrıca tarih boyunca Çin ve Hindistan gibi iki büyük uygarlık arasında bir geçiş noktası olmuştur. Ama zaman içinde ticaret yollarının değişmesi ve bunun neticesinde ekonomideki eski canlılığın sona ermesiyle, günümüzde Nepal az gelişmiş yoksul ülkeler arasında yerini almıştır. Fakat yoksul olmasının yanı sıra halkı son derece gururlu ve mutludur bu ülkenin. Tüm fakirliğine rağmen, Nepal kesinlikle görülmesi ve hissedilmesi gereken bir ülkedir. İşte ben de bu ülkeyi keşfetmek ve halkını yakından tanımak için Nepal’i programıma aldım. Hindistan’ı gezdikten sonra, Yeni Delhi’den bindiğim Air İndia ile bir zamanlar dünyanın “aşk ve barış merkezi” kabul edilen ülkenin yolunu tuttum.

Genel Bilgiler  :

*Kuzeyinde Tibet (Çin Halk Cumhuriyeti), güney, doğu ve batısında Hindistan ile çevrilidir.
*Nepal dağlık bir ülkedir. Everest başta olmak üzere, dünyanın en yüksek on zirvesinden 8 tanesi Nepal’de. Everest 8848 metre.
*Ülkede 27 milyon civarında insan yaşar. Genç bir nüfusa sahip Nepal halkının neredeyse yarısı 20 yaşın altındadır.
*Yüzölçümü 147.181 km2.
*Başkent Katmandu. Rakım 1350 metre.
*Resmi dili Nepali (Hint-Avrupa dil ailesinden).Ülkede 100’ün üstünde etnik grup yaşıyor ve birçok farklı dil konuşuluyor. Newari veTibetçe çok yaygın. Bunun dışında hemen hemen herkes İngilizce konuşuyor.
*Resmi din Hinduizm. Halkın %90 kadarı Hindu. Diğer kalanların çoğu Budist. Biraz da Müslüman var. Sonuçta burası dinlerin iç içe geçtiği, Hinduizm ile Budizmin kaynaştığı bir ülke.
*Para birimi Nepal Rupisi (NPR)
2014’de 1 USD = 98 NPR / 1 € =134 NPR idi.  2018’de 1 USD = 113 NPR / 1 € =128 NPR
Havalimanı ve otellerde kurlar düşük. Katmandu’daki Thamel semtinde para bozurabileceğiniz çok sayıda döviz bürosu bulunuyor. Bu yüzden havalimanında sizi kısa bir süre idare edecek kadar küçük bir miktar bozdurun.
*Nepal Türk vatandaşlarına vize uyguluyor. Yalnız vizeyi havalimanında ilgili formu doldurarak kolayca, kısa sürede alabiliyorsunuz. Bir de yanınızda vesikalık bir fotoğraf bulundurmanız gerekiyor. Vize ücreti kalacağınız gün sayısına göre değişiyor. Benim gittiğim 2014 yılında 15 günlük vize için 25 USD ödemiştim.Bunun yanı sıra İstanbul’daki konsolosluktan da vizeyi temin edebilirsiniz.
*Türkiye’den 2 saat 45 dakika ilerde.
*Çeşme suyu ve açık su kesinlikle kullanmayın. Kapalı şişe su satın alın ve kapağını siz açın. Dişlerinizi bile bu suyla fırçalayın.

Nepal’e Ne Zaman Gidilir  :

Ekim ve Kasım Nepal’e gitmek için en uygun aylardır. Bu iki ayda tam bir bahar havası yaşanır; özellikle de kasım ayında. Dağlardaki görüş açıklığının yüksek olması nedeniyle, trekking için de idealdir. Buna hava şartlarının uygun olması nedeniyle Şubat-Nisan dönemini ilave edebiliriz.
Buna karşın Mayıs’dan itibaren sıcaklık artar. Toz fırtınaları rahatsızlık verebilir. Haziran-Eylül arasındaki dönem ise Muson yağmurları yüzünden kesinlikle önerilmez.

Nepal’e Nasıl Gidilir  :

Türk Hava Yolları’nın (THY) İstanbul’dan Nepal’in başkenti Katmandu’ya direk seferi var. Uçuş süresi yaklaşık 7 saat.
Bunun yanı sıra Qatar Airways’in Doha aktarmalı uçuşunu da tercih edebilirsiniz.
Bir de benim yaptığım gibi önce Hindistan’ın kuzey kısmını gezip; daha sonra başkent Yeni Delhi’den Katmandu’ya Air India ile uçabilirsiniz. Uçuş yaklaşık 1,5 saat sürüyor.

Nepal’in Tarihi   :

*Nepal’e ilk yerleşenler Tibet’ten gelen Moğollar ve Kuzey Hindistan’dan gelen Hint-Ari halkları olmuş. Sonraki göç dalgalarıyla Bihariler, Taruar, Tamanglar ve Newarlar gibi azınlık topluluklar da Nepal nüfusu içinde yerini almış.
*2008 yılına kadar Nepal dünyanın tek Hindu Krallığı imiş. Anayasal monarşiyle yönetiliyormuş. 2008’den sonra ise ülkede Cumhuriyet ilan edilerek çok partili siyasi hayata geçilmiş. Artık kral yok. Günümüzde Nepal’de Federal Demokratik Cumhuriyet rejimi hakim.
*Nepal deprem bölgesinde bir ülke. Eskiden birçok depremin yaşandığı bu ülkede, en son 2015 yılının nisan ayında başkent Katmandu’da 7,8 şiddetinde yaşanan büyük depremde birçok bina yıkılmış ve çok sayıda kişi de hayatını kaybetmiş.

Nepal’in Ekonomisi  :

Günümüzde Nepal dünyanın az gelişmiş ve fakir ülkelerinden biri. Nüfusun dörtte bir kadarı fakirlik sınırının altında yaşamını sürdürüyor. Ülkede işçilik oranı oldukça yüksek. Çalışmayan insanların hiçbir güvencesinin olmadığını söyleyebiliriz.

Halkın çok büyük kesimi tarımla uğraşıyor. Ülkenin büyük kısmı dağlık olduğundan, tarım  alanları ülke topraklarının beşte biri kadar. Özellikle dağlık alanlarda teraslı tarım yapılmaktadır. Katmandu Vadisi, Nepal’in en verimli bölgelerinden biri. Bu vadide pirinçten buğdaya, tütünden patatese kadar çeşitli ürünler yetişiyor. Nagarkot’a giderken buğday ve çeltik tarlaları gördüm. Ayrıca mercimek, arpa, mısır, şekerkamışı, jüt, çay ve elma başta olmak üzere çeşitli meyveler ve sebzeler yetiştiriliyor.

Ülkenin sanayisi zayıf. En önemli sanayi dalı tekstil. Bunun dışında tuğla, çimento, kimyevi maddeler, şeker, sigara, sabun ve alkollü içkilerin üretimi gibi sanayi dalları mevcut. Ayrıca küçük el işleri (ahşap ve metalden yapılma) yaygın.

Ülkede son yıllarda iletişim sektörü ve internet ortamı giderek gelişiyor.

Turizm ülkenin en önemli gelir kaynaklarından biri. Bu ülkeye çok sayıda Batılı turist geliyor. Bunların bir kısmı Katmandu, Bhaktapur, Pokhara Nagarkot gibi önemli şehirleri gezmek için gelenler. Bir kısmı da trekking ve dağ tırmanışları için geliyor. Özellikle trekking birçok turistin ülkeye gelme sebebi.

Nepal’de Alışveriş   :

Nepal’de satın alınabilecek çok şey var. Bunların başında çeşitli takılar geliyor. Değerli ve yarı değerli taşlardan yapılmış takılar(bilezikler, kolyeler, çeşitli aksesuarlar gibi….) göz alıcı.Yarı değerli taşların çoğu Nepal’den geliyor. Mercan, lapis, turkuaz gibi taşlar ise Hindistan ve Tibet’ten ithal ediliyor. Katmandu bir takı cenneti.
Takıların dışında buradan yün halılar, kilimler, çok güzel yün kazaklar, atkılar, şallar, tahtadan oyulmuş masklar, ufak tefek hediyelikler ve çeşitli baharatlar satın alabilirsiniz. Paşminalar da ilgi gören hediyelikler arasında.
Alışverişte pazarlık yapabilirsiniz. Yalnız çok abartmamak kaydıyla; makul bir fiyata kadar indirebilirsiniz. Elbette bu alışveriş yapacağınız dükkana göre de değişen bir durum. Bir de Nepal pahalı bir ülke değil. Uygun fiyatlara hediyelikler bulabiliyorsunuz.

Nepal’de Yeme – İçme   :

Nepal’in milli yemeği mercimek, pirinç ve baharatlı sebzeyle yapılan Dal Baat Tarkari. Nepalliler tarafından sıkça yeniyor; neredeyse her öğünde.
Newari (Katmandu Vadisi’nin yerlilerine verilen ad) mutfağına has yemekler ise oldukça lezzetli. Bunların başında Momoşa geliyor. Yak (Tibet sığırı) etiyle doldurulmuş hamur topaklarından oluşuyor. Nevariler eti çok seviyor. Bufalo ve keçi eti yaygın olarak yemeklerde kullanılıyor.
Nepal mutfağında Hint yemekleri de var. Bunlardan biri Tandoori adı verilen baharatlı tavuk eti.
Bir de Nepal komşusu olan Tibet’in mutfağından fazlasıyla etkilenmiş. Burada Tibet mutfağına ilişkin birçok lezzete rastlanıyor. Et ve sebzeyle yapılan bir tür mantı olan Momo bunlardan biri.
Nepal turistlerin ilgi gösterdiği bir ülke olması nedeniyle, burada birçok ülke mutfağına has yemeklerin pişirildiği restoranlar var.
Everest ve Gorkha Nepal’de en çok içilen yerel biralar. Bir de Tibet birası Chang var. Bunların dışında ithal biralar da mevcut. Rakşi ise Nepal’in geleneksel içkisi. Küçük yassı kaplarda sunulan bir çeşit rom.
Çay ulusal içkileri. Çayı sütle karıştırarak içiyorlar.

Nepal Halkı   :

Nepal güleryüzlü, hoşgörülü, iyi niyetli ve gururlu insanların ülkesi. Tüm yoksulluklarına rağmen her zaman gülümseyebiliyorlar. Fotoğraflarının çekilmesine hiç tepki göstermiyorlar; aksine gülümsüyorlar. Bu durumda onlara “namaste” deyip gülümseyerek karşılık vermek gerekiyor.

nepal - nepal-A.jpg nepal - nepal-B.jpg

  Namaste    :

 Nepal’de bulunduğum süre içinde bu sihirli sözcüğü sürekli duydum. Nepal’de en çok duyulan kelime bu. Önce iki elin avuç içleri birleştiriliyor; başparmakların uçları çeneye değerken, baş hafifçe öne doğru eğiliyor ve tam o sırada gülümseyerek “ namaste” deniyor.
Yanıtının gülümseyerek, son derece içten bir şekilde “namaste” olarak verilmesi gerekiyor. Bu kelime karşısındaki kişiyı bir tür saygıyla selamlama, ona merhaba, günaydın ya da ayrılırken hoşçakal demek oluyor.

nepal - nepal-C.jpg

Nepal’de Gezilmesi Gereken Başlıca Yerler :
*Katmandu Vadisi’nin birbirine yakın 3 şehri Katmandu – Patan ve Bhaktapur
*Trekking, doğa yürüyüşleri, dağ tırmanışları, yamaç paraşütü gibi çeşitli etkinlikler için Pokhara
*Himalayaları seyretmek için Nagarkot
*Buda’nın doğum yeri ve budizmin beşiği Lumbini

Nepal’deki UNESCO Dünya Mirasları  :
*Kathmandu Valley
*Sagarmatha National Park
*Chitwan National Park
*Lumbini, the birth place of the Lord Buddha

 

Dünyada en iyi safari Afrika’da yapılmaktadır. Bu kıtada safari yapılabilecek birçok yer olsa da, üç popüler safari bölgesi ön plana çıkar. Bunlardan biri Kenya’daki Masai Mara, diğeri Tanzanya’daki Serengeti ve bir diğeri ise Güney Afrika’daki Kruger Ulusal Parkı.

Gerçek anlamda ilk safarimi 2010 yılında Güney Afrika’daki Kruger’de yapmış ve bundan büyük keyif almıştım. O güne kadar belgesellerden izlediğim ya da hayvanat bahçelerinde gördüğüm birçok hayvanı kendi doğal ortamlarında serbestçe dolaşırken gözlemlemek müthiş bir duyguydu; bundan büyük keyif almıştım. Orada yaşadıklarım beni çok etkilemiş olacak ki, bir kere daha safari yapma isteğini duydum. İşte bunun için Kenya’daki Masai Mara’yı tercih ettim. Burası safari denince ilk akla gelen yerdi. 2017 yılının Eylül ayı başında eşim ve kızımla birlikte Kenya’ya doğru yola çıktım. Yapacağımız turun ana kısmını Masai Mara teşkil ediyordu. Bunun yanı sıra başkent Nairobi’yi gezecek; Naivasha ve Nakuru göllerinde de birer safari yapacaktık.

Türk Hava Yolları ile yaklaşık altı saat süren güzel bir yolculuk sonrası gece saat 02.05’te Nairobi’nin Jomo Kenyatta Uluslararası Havaalanı’nda indik. Havaalanı çıkışında anlaştığım acentenin rehberi Salim ile şöförü Franco bizi karşıladı. Sonrasında kalacağımız Heron Portico adlı otelimize yerleştik. Sabah erkenden Nairobi şehir turuna çıkacağımız için, en azından kalan birkaç saati biraz olsun dinlenerek geçirmemiz gerekiyordu.

Genel Bilgiler  :      

*Yüzölçümü 580.367 km2.
*Nüfusu 48,5 milyon.
*Başkenti Nairobi. 1899 yılında kurulmuş bu kentte yaklaşık 3,3 milyon kişi yaşıyor.
*Mombasa ve Loma diğer önemli şehirleri.
*Nüfusun %82 kadarı Hıristiyan. Bunun %48’lik büyük kısmı Protestan mezhebinden; %24 kadar Katolik ve %10 kadar da diğer mezheplere mensup olanlar var.
Müslümanlar nüfusun %11’lik ikinci büyük dilimini teşkil ediyor. Geri kalanlar ise Hindu, animist ve diğer din mensupları. Ülkede herhangi bir dini çatışma yok.
*Ülkenin resmi dili Swahili. İkinci dil ise İngilizce. Eski İngiliz sömürgesi olduğu için ülkede çok kişi İngilizce konuşuyor.
* Para Birimi Kenya Şilingi (KES). Eylül 2017’de 1 Euro = 124 KES / 1 USD =103 KES idi.
Amerikan Doları en çok talep edilen yabancı para. Ama euro da döviz bürolarında rahatça bozdurulabiliyor. “Forex” adlı döviz bürolarının kuru bankaya göre daha avantajlı. Otellerde para bozdurmaktan kaçının çünkü kuru düşük tutuyorlar.
*Türk vatandaşları için ülkeye girişte vize gerekli. Vizeyi Nairobi havalimanında 50 USD karşılığı alabiliyorsunuz. Bunun için bir vize formu dolduruluyor.

Sarı Humma Aşı Kartı
Sarı Humma Aşı Kartı

*Sarı Humma aşısı zorunlu. Bu nedenle Kenya’ya gitmeden en az 10 gün önce bulunduğunuz ilin Seyahat Sağlık Merkez’inde bu aşıyı yaptırmalısınız. Aşı kartınız mutlaka yanınızda olsun. Havalimanında sizden göstermenizi isteyebilirler.
*Elektrik prizleri üçlü; tıpkı İngiltere’deki gibi. Bu yüzden İngiliz sistemine uygun adaptör bulundurmak gerekir.
*Musluk suyu içilmiyor.
*Türkiye ile saat farkı yok.
*Kenya’da kuru ve yağışlı olmak üzere iki mevsim var. Yağışlı ve tercih edilmeyen mevsim mart-haziran ayları arasındaki dönem. Buna karşın aralık-mart ve temmuz-ekim arasındaki kuru mevsim turizm sezonunun yüksek seyrettiği dönem oluyor.

Kenya’ya Ne Zaman Gidilir   :

Kenya’ya gitmek için en iyi dönem Temmuz –Ekim aralığına denk gelen bir tarihtir. Çünkü bu kuru dönemde hem yağış olasılığı düşüktür; hem de güney yarımkürede bulunulduğu için hava sıcaklığı Kenya için idealdir; yani aşırı sıcak yoktur. Yalnız safari için, Serengeti’den (Tanzanya) Masai Mara’ya doğru gerçekleşen Büyük Göç’ün en yoğun yaşandığı ay Ağustos tercih edilmelidir. Buna çok fazla sayıda hayvanı görebileceğiniz Eylül ayını da ilave edebiliriz. Ekim’den sonra ise Masai Mara’dan Serengeti’ye tersine bir göçe tanıklık edilir.

Kenya’ya Nasıl Gidilir   :

THY’nın İstanbul’dan Kenya’nın başkenti Nairobi’ye her gün direk uçuşu var. Yolculuk 6 saat 15 dakika civarında sürüyor.
Buna alternatif olarak Qatar Airways’ın Doha aktarmalı; ya da Emirates’in Dubai aktarmalı uçuşlarını tercih edebilirsiniz.
Kenya içinde bir şehirden diğerine uçacaksanız, ülkenin hava yolu olan Kenya Airways’i tercih edebilirsiniz.

Havalimanı’ndan Kent Merkezine Ulaşım :

Jomo Kenyatta Uluslararası Havalimanı Nairobi’nin yaklaşık 15 km kadar güney doğusunda kalıyor.  Eğer trafik yoksa taksiyle ya da sizi havalimanında karşılayacak kişinin aracıyla 15 dakika içinde Nairobi’nin merkezine ya da orada kalacağınız otele ulaşabilirsiniz. Gündüz saatlerinde trafiğin durumuna göre bu süre artabilir.

Kenya’ya Gelirken Yanınızda Getirmeniz Gerekenler :

*Sarı Humma Aşı Kartı  (Yellow Fever Certificate)
*Sivrisinek kovucu sprey (Off Max)
*50 faktörlü güneş kremi
*Güneş Gözlüğü
*Şapka
*Rahat giysi ve ayakkabılar
*El Hijyen jeli
*İngiliz sistemi priz için adaptör
*Dürbün
*Fotoğraf Makinası
*Sıtma İlacı

Kenya’nın Tarihi     :

Afrika’nın en eski yerleşim bölgelerinden biri olan Kenya’ya, ilk Arap tüccarlar gelmiş. Daha sonra ülkeye ilk gelen Avrupalılar 1498’de Portekizli gemiciler olmuş.
18.yüzyılda Araplar Kenya’ya tekrar hakim olmuş ve Portekizlileri buradan çıkarmışlar.
Sonrasında bir İngiliz şirketinin Kenya’yı Araplar’dan kiralamasıyla, 19. yüzyıl sonlarında ülke İngiliz sömürgesi haline gelmiş.
1952’de Jomo Kenyatta’nın liderliğinde ülkede İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi başlamış. İlk yıllarda tutuklanarak 7 yıl hapse mahkum olan Jomo Kenyatta, hapisten çıktıktan sonra mücadelesine devam etmiş.
Nihayet Kenya 12 Aralık 1963’te bağımsızlığını ilan etmiş. Kenyatta’nın öldüğü 1978’e kadar başkanlık sistemi altında, tek devlet başkanı ve tek parti şeklinde rejim devam etmiş.

Kenya’nın Ekonomisi  :

Elverişli iklim koşulları sayesinde kendisine yeten ülkelerden biridir. Ülkenin en büyük gelir kaynağı tarımdan sağlanır. Başlıca tarımsal ürünler arasında çay, kahve, pirinç, buğday, patates, mısır, manyok, şeker kamışı, tropikal meyveler (ananas, mango, muz, papaya gibi..) kavun, karpuz,kavun, armut ve bazı sebzeler sayılabilir. Ayrıca tohumlarından böcek ilacı yapılan pirekapan otunun dünyadaki en büyük üreticisidir.

Kenya büyük bir çiçek üreticisidir. Hollanda başta olmak üzere Avrupa ülkelerine ihracatı var. Nakuru Gölü’ne giderken büyük bir çiçek çiftliği görmüştük.

Başlıca sanayi kolları arasında gıda, kimya, dokuma, deri, plastik, ayakkabı, sigara, metal sanayilerini ve petrol arıtmayı sayabiliriz.

Ülkede otlakların fazla olması sebebiyle büyükbaş ve küçükbaş hayvancılık gelişmiştir.

Turizm Kenya ekonomisinde önemli bir yer tutar. Özellikle birçok yabancı turist Kenya’ya Masai Mara ve diğer milli parklarda safari yapmak için geliyor. Ayrıca Hint Okyanusu kıyısındaki kum plajları da turistler tarafından ilgi görüyor.

Kenya’da Alışveriş   :

Eğer Kenya’da alışveriş yapmayı düşünüyorsanız, mutlaka pazarlık yapmalısınız. Çünkü bazı satıcılar malın gerçek değerinin çok üstünde fiyat söyleyebiliyorlar. Yalnız pazarlık yapmayı bilmek gerekir. Piyasadaki fiyatlar hakkında biraz bilginiz olursa, ya da alacağınız malın değerini az çok tahmin edebilirseniz bu pazarlıkta işinizi kolaylaştırır.

Kenya’dan Afrika ya da Masai Mara konulu çok güzel resimler alabilirsiniz. Masai Mara’ya giderken Narok’tan sonra mola verdiğimiz yerdeki dükkanda çok hoş resimler vardı. Bunun dışında ahşap ve taştan yapılmış heykelcikler alabileceğiniz diğer hediyelikler arasında.

Kenya’da Yeme –İçme   :

Kenya’da daha çok et ve etle yapılan yemekler tercih ediliyor. Bunun yanı sıra salata ve çiğ sebzelerden çok emin olmadıkça uzak durmakta fayda var. Ananas, mango, papaya, muz gibi tropikal meyveler ülkede çok tüketiliyor.
Konaklayacağınız 4-5 yıldızlı otellerde ve lodgelarda daha çok uluslararası mutfağa özgü yemekleri buluyorsunuz.

error: