Göller bölgesi ziyaretimin ana nedeni “lavanta kokulu köy” diye bilinen Kuyucak Köyü idi. Lavanta hasadı öncesi mis kokulu lavantalarla kaplı buradaki tarlaları görmek istiyordum. Bunun için temmuz ayında gitmem gerekiyordu. Tabii buraya kadar gelmişken, bu yörenin başka güzelliklerini görmeden buradan ayrılmak doğru olmazdı. Bunu göz önünde bulundurarak iki gece üç günlük bir rota çıkardım. İzmir’den kendi aracımla eşim ve bir gezgin arkadaşımı yanıma alarak sabahın erken bir saatinde hareket ettim. Yolda yaptığımız sabah kahvaltısı sonrası, ilk durağımız son yılların en popüler yerlerinden biri olan Salda Gölü oldu. Hava sıcak olmasına rağmen, gölün turkuaz renkli muhteşem manzarası oradan ayrılmamızı zorlaştırdı. Sonrasında yolumuz üzerindeki görülmeye değer zenginlikteki Burdur Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret ettik. Akşamüstü geç saatlerde konaklayacağımız Isparta’ya vardık.
Akşam saatlerinde yağan yağmur havayı biraz serinletmişti. Sabah güzel bir güne uyandık. Biraz serin, parçalı bulutlu bir hava hakimdi. Dünkü sıcak havadan sonra gezmek için daha uygun şartlar oluşmuştu. Bugünün programına Sagalassos antik kentini almıştım. Sagalassos son yıllarda ziyaretçi sayısı hızla artan bir ören yeri. İlk kez on yıl önce ziyaret ettiğim bu yeri, son yapılan başarılı restorasyonlardan sonra tekrar ziyaret edeceğim için mutluydum. Kesinlikle görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Önümüzdeki yıllardan itibaren ziyaretçi sayısının daha fazla artacağından hiç şüphem yok.
Öğleden sonraki programımda Eğirdir Gölü vardı. Önce Eğirdir’e ince bir yol ile bağlanan Yeşil Ada üzerindeki iyi bir restoranda güzel bir öğle yemeği yedik. Daha sonra ise göl kıyısında yürüyüş yapıp, Eğirdir’deki geriye kalan birkaç eski yapıyı gezdik. Eğirdir’den ayrılmadan önce gölün tepeden manzarasını seyretmek için Akpınar Seyir Terası’na çıktık.
Bu turun benim için en önemli ayağı olan Kuyucak Köyü gezisini gün batımına bırakmıştım. Çünkü günün o saatlerinde çok daha iyi fotoğraf kareleri yakalayacağımı biliyordum. Nitekim çektiğim fotoğraflarda lavanta çiçeklerinin mor renginin yoğunluğuna hayran kaldım. Mis gibi kokan lavanta tarlaları içinde dolaştım. Sonuçta keyifli bir günü geride bırakıp Isparta’ya geri döndük.
Aslında son gün İzmir’e dönmeden önce, Kovada Gölü Milli Parkı’nı gezme niyetindeydim. Ama önce Eğirdir’e gitme ve sonrasında Kovada Gölü’ne geçme bir hayli zaman alacağından, Isparta merkeze 11 km mesafedeki küçük bir volkanik göl olan Gölcük’e gittik. İzmir’e dönüş yolumuzda ise son dönemlerdeki kazılarla görülmeye değer bir antik kent olma yolunda ilerleyen, Denizli’nin 6 km kadar kuzeyinde yer alan Laodikya’yı gezdik. Kazılar halen devam ediyordu. Özellikle kentin merkezindeki agorayı ortaya çıkarma yolunda bir hayli mesafe katetmişlerdi. Laodikya’da kazılar ilerledikçe ve iyi bir tanıtımla, bu antik kent önümüzdeki yıllarda daha fazla ziyaretçinin ilgi gösterdiği bir yer haline gelecektir.
Göller Bölgesi’ne Ne Zaman Gidilir :
Aslında burayı gezmek için en iyi dönem çok sıcak olmayan mayıs ayı ya da eylül-ekim dönemi. Yalnız lavanta tarlalarını o canlı mor rengiyle görmek istiyorsanız, hasat öncesi yani temmuz ayı ortalarında o bölgeye gitmeniz gerekir.
Bir de Isparta çevresinde gül hasadı yapılıyor. Onun için de en uygun tarih 15 Mayıs – 15 Haziran dönemi.
Göller yöresinde yazın gündüz hava sıcak olsa da, karasal iklimin hüküm sürdüğü bu topraklarda hava akşam serin olabiliyor. Bu nedenle yanınıza ince bir mont ya da yağmurluk gibi bir giysi almanızda yarar var.
Göller Bölgesine Nasıl Gidilir :
Eğer bir tura katılmayı düşünmüyor, daha rahat ve özgür bir şekilde gezmeyi planlıyorsanız, benim yaptığım gibi kendi aracınızla yola çıkın. Bu şekilde istediğiniz yerde mola verir, istediğiniz yerde dileğiniz kadar kalabilirsiniz.
Biz İzmir’den hareket edip, gayet keyifli bir yolculuk yaptık. Üç gün olarak belirlediğim bu rotada, görmek istediğimiz yerlerin hemen hemen hepsini gezme imkanı bulduk.
Göller Bölgesi’ne Kaç Gün Ayırmak Gerekir :
Zamanı iyi ayarlarsanız, iki gece üç gün yeterli olur. Tabii çıkış noktanızın Isparta’ya olan uzaklığı da gün sayınızı belirlemede önemlidir. Seyahat acenteleri genelde bu yöreye iki gün ayırıyorlar ama bana göre bu süre hakkını vererek gezmek için yetersiz. Çevredeki başka yerleri de gezmek isterseniz; örneğin Kovada Gölü Milli Parkı – Yazılı Kanyon – Yalvaç gibi ya da Salda Gölü’nde yüzmek, daha fazla zaman geçirmek bir başka seçenek olabilir, bu süreye bir gün daha eklemeniz gerekir. Bir diğer seçenek ise Beyşehir Gölü’ne kadar gitmek olabilir. Beyşehir’deki ahşaptan yapılmış muhteşem güzellikte tarihi Eşrefoğlu Camii’ni gezebilir; göl kıyısındaki plajlardan faydalanabilirsiniz.
Hafta sonları genelde büyük bir yoğunluk yaşandığından, eğer mümkünse seyahatinizi hafta içine denk getirmenizi öneririm.
Göller Bölgesi’nde Nerede Kalınır :
Bu bölgeye yapacağınız seyahatte Isparta’yı merkez edinmelisiniz. Zaten bu yöreyi gezmek isteyenlerin büyük çoğunluğu aynı şeyi yapıyor. Çünkü Isparta birçok yere rahatça ulaşabileceğiniz tam orta noktada.
Isparta’da herkesin bütçesine uygun birçok otel var; özellikle de şehir merkezinde. Ama çok iyi bir otelde kalmayı düşünürseniz, tur şirketlerinin de tercih ettiği Isparta merkezi yakınındaki beş yıldızlı Barida Hotel’i tercih edebilirsiniz. Ama oldukça yoğun bir dönemde oradaysanız, nispeten daha sakin olan, dört yıldızlı Hilton Garden Inn ya da Ramada by Wyndham otellerinden birini tercih etmenizde fayda var.
Göller Bölgesi’nde Yeme – İçme :
Bu bölgede yeme-içme konusunda çok fazla seçenek var. Burada takip ettiğim güzergah üzerinde ve gezdiğim yerlerde tercih ettiğim bazı restoranlardan bahsetmek istiyorum.
*Burdur :
Burdur’un şişi meşhurdur. Eğer öğlen yolunuz Burdur’a düşerse, yemek yiyebileceğiniz en iyi adreslerden biri Yeni Sanayi’deki Şişçi Hasan’dır. Burdur şiş ve tel kadayıfı tavsiye edilir. Yalnız pazar günleri kapalı olduğunu belirtmek isterim.
Burdur’da bir diğer seçenek, merkezdeki Toros Lokantası. Kebaplarının yanı sıra, sulu yemekleri de bulabileceğiniz oldukça büyük bir mekana sahip. Hafta arası giderseniz sorun yaşamazsınız, yalnız hafta sonları bazen çok fazla grup geldiğinden, boş masa bulmak zor oluyor ve servis aksayabiliyor.
*Eğirdir Gölü :
Eğirdir Gölü kıyısındaki balık restoranlarını keyifli bir öğle yemeği için tercih edebilirsiniz. Biz ikinci gün öğlen Göl kıyısındaki (Yeşilada üzerinde) Big Apple’da yemek yedik. Burada sazan balığı ya da göl levreğini tercih edebilirsiniz. Ayrıca fava, deniz börülcesi, tarator, patlıcan salatası, şakşuka gibi çok sayıda meze var.
Bir diğer beğenilen restoran yine Yeşilada üzerindeki güzel bir mekana sahip Melodi Restoran. Burada da aynı tip yemekleri, ağırlıklı olarak balık, deniz ürünleri ve çeşitli mezeleri bulabilirsiniz.
*Isparta :
Eğer Isparta’da konaklayacaksanız ve otelde akşam yemeği almıyorsanız, şehir merkezindeki restoranlar içinde ilk başta önereceğim hemen merkezdeki Ferah Kebap Salonu. Yalnız akşam oldukça erken bir saatte 19.30’da kapatıyor. Ayrıca pazar günleri kapalı. Bir diğer alternatif, yine merkezdeki Hacıbenlioğlu Kebap Salonu. Her iki yerde de en çok tercih edilen yemek tandır. Yalnız Isparta için fiyat bana yüksek geldi. Porsiyonu 40 tl civarında. Hacıbenlioğlu’nun pideleri lezzetli. Fiyatı uygun, 12 tl.
*Denizli :
Eğer benim gibi dönüş yolunuz üzerinde Denizli varsa, burada yemek yiyebileceğiniz en iyi mekan Garson Şükrü. Acıpayam-Denizli yolu üzerinde, Denizli’ye gelmeden birkaç kilometre önce yolun sağında kalıyor. Mekan güzel, yemekleri lezzetli, servis özenli ancak fiyatlar biraz yüksek. Et yemekleri 45-55 tl civarında.
Gezilecek Yerler :
*SALDA GÖLÜ :
Uzun süredir merak ettiğim son yılların popüler mekanı Salda Gölü’nü bu seyahatte görmek kısmet oldu. İzmir’e yaklaşık 327 km uzaklıkta bulunan göle, özel araçla molalar hariç yaklaşık 4,5 saatte varıyorsunuz. Gölü görür görmez etkilendim. Gerçekten manzara muhteşem. Turkuaz renkli tertemiz bir deniz, bembeyaz bir kumsal. Türkiye’nin Maldivleri olarak adlandırılan bu gölün, Maldivlere gitmiş biri olarak rengi ve berraklığını dikkate alırsak doğru bir benzetme olduğunu söyleyebilirim.
Salda Gölü, Burdur’un Yeşilova ilçesine Denizli yönünde 4 km mesafede. Özellikle yazın göl çevresindeki plajlara çevre il ve kasabalardan yoğun bir ilgi oluyor. Gölde yüzülebiliyor. İlk başta olukça sığ, daha sonra derinleşiyor. 184 metreye varan derinliği ile Türkiye’nin en derin göllerinden biri. Göldeki plajlara giriş ücreti olarak araçlardan 10 tl ücret alınıyor.
Salda tektonik bir krater gölü. Gölün suyu ve kumunun yapısında soda, kil ve magnezyum bulunduğu için, bu mineral yapının bazı cilt hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor. Göle ve kıyılarına beyaz rengi veren de zaten bu mineral yapı.
1989’dan beri 1.derecede”Doğal Sit Alanı” olarak korunan bu göl mutlaka görülmeli. Dünyanın birçok ülkesini gezmiş biri olarak, bugüne kadar buraya gelip bu güzelliğe şahit olmadığım için kendime kızdım. Umarım temiz tutulur ve iyi korunur.
*BURDUR ARKEOLOJİ MÜZESİ :
Bu seyahatteki ikinci durağımız Burdur Arkeoloji Müzesi oldu. Yine ilk kez gezdiğim bu müzeyi çok beğendim. Beklediğimden daha zengin ve önemli eserlerin sergilendiği bir müze ile karşılaştım. Sagalassos’dan gelen çok sayıda eser burada sergileniyor. Bir tur rehberi olarak müzenin antik kentten önce gezilmesini, o kenti daha iyi anlayabilmek için daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bunun tersini yapanlar da var. Önce Sagalassos’u gezip daha sonra müzeye geliyorlar. Tabii müzedeki eserler bununla sınırlı değil. Burada yakın çevredeki Kybyra ve Kremna antik kentlerinden çıkarılmış birçok eseri de inceleme imkanınız var.
Müze Burdur’un merkezinde. Tarihi bir yapı içinde. Eğer müze kartınız yoksa, giriş ücreti olarak 6 tl ödüyorsunuz. İki katlı müzenin daha fazla önem arzeden eserlerinin büyük kısmı ilk giriş katında sergileniyor. Müzenin en çarpıcı eserleri Sagalassos’daki kazılardan elde edilen Roma İmparatorluğu’na ait heykellerden oluşuyor. Bunlar içinde İmparator Marcus Aurelius ve yine imparator Hadrian’ın devasa başları var. Heykellerin boyunun 5 metreyi geçtiği tahmin ediliyor. Ayrıca şarap ve eğlence tanrısı Dionysos ile satir heykeli, müzik ve kehanet tanrısı Apollon’un heykelleri görülmeye değer güzellikte.
Müzenin bahçesinde de bazı eserler var. Buğday gibi tahılların saklandığı büyük küpler (pytoslar) ve lahitler, mezar taşları gibi….
*SAGALASSOS :
Son yıllarda en çok gelişen, ilgi gören, ziyaretçi sayısını artıran antik kentlerin başında geliyor Sagalassos. Öyle görünüyor ki, günümüzün bu popüler ören yeri önümüzdeki yıllarda da adından giderek daha fazla söz ettirecek.
Kentteki kazılar 1986’dan beri Belçikalı Marc Waelkens başkanlığında yürütülüyordu. Beş sene kadar önce Waelkens’in işi bırakmasının ardından, bir başka Belçikalı ekip kazıları devam ettirdi. Günümüzde her yaz Belçikalılar burada kazı yapmaya geliyor ve Sagalassos’da gün ışığına çıkarılması beklenen yerleri ortaya çıkarmaya çalışıyorlar.
Sagalassos’a ilk kez yaklaşık on sene önce gelmiştim. Şimdi ise ikinci kez geliyordum. O zamandan bugüne bir hayli mesafe katedildiğini gözlemledim. Isparta’ya 35 km mesafedeki Sagalassos’a özel aracıyla gelecek olanlar, önce 28 km mesafedeki Burdur’un Ağlasun ilçesine gelmeleri, daha sonra ise oradan 7 km bir yolu yukarıya doğru tırmanmaları gerekiyor. Yol hemen hemen 45 dakika sürüyor. Kent Batı Toroslar’ın güney eteklerinde 1450-1700 metre yükseklikteki meyilli bir araziye kurulmuş. Pisidia bölgesinin bu önemli ve zengin kenti, MÖ129 yılında Roma’nın bir kolonisi haline gelmiş. Roma İmparatorluğu döneminde, özellikle MS.2 yüzyılda kentin refah seviyesi üst düzeye çıkmış. 6. yüzyılın ilk yarısında geçirdiği depremin ardından önemini kaybetmeye başlayan kent, 7. yüzyılın ortalarından itibaren meydana gelen diğer bir depremin ardından terkedilmiş. İşte bugün görülen kalıntılar da Roma dönemine tarihlenmektedir. Yüzyıllardır toprağın altında kalması ve taşların başka yapılarda kullanılmak üzere taşınmaması, yapılan kazıların ardından ortaya antik dönemin en iyi korunmuş kentlerinden birinin çıkmasına neden olmuş. Tıpkı yıllarca Vezüv yanardağı lavları altında kalmış ve arkeolojik kazılar neticesinde ortaya çıkarılmış İtalya’nın Pompei antik kenti gibi. Bu yüzden özgünlüğünü korumuş olan bu kentin geleceğinin çok parlak olduğunu düşünüyorum. İleriki yıllarda devam eden kazılarla daha önemli buluntulara imza atılacak ve burası tüm dünyanın dikkatini çekecektir.
Sagalassos’daki Aşağı Kent’den başlayan ziyaretimiz Yukarı Kent’deki yapılarla devam etti. Tabii buradaki en önemli ve göz kamaştıran eser, hiç şüphesiz Antoninler Çeşmesi. MS.2 yüzyılın ikinci yarısında Roma İmparatoru Marcus Aurelius tarafından yaptırılan bu muhteşem güzellikteki çeşme buraya gelen ziyaretçileri büyülüyor. 2010 yılında tamamlanan başarılı restorasyonun ardından, bugün suları akan bir çeşme ile karşılıyoruz. Çeşmeyi süsleyen orijinal heykeller günümüzde Burdur Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir. Bunların ikisi şarap ve eğlence tanrısı Dionysos’a aittir. 28 metre genişliğe ve 9 metre yüksekliğe sahip bu anıtsal yapıda, söylenildiğine göre yedi farklı renkte taş kullanılmıştır.
Çeşmenin önünde uzanan Yukarı Agora, oradan yukarıdaki 9 bin kişi kapasiteli Tiyatro, en tepede kahramanlar anısına inşa edilmiş Heroon, tiyatroya giden yol üzerindeki Neon Kütüphanesi kentin önemli ve etkileyici yapıları arasındadır.
Dikkat çeken bir diğer şey ise, Sagalassos’da birkaç tane çeşmenin bulunmasıdır. Bu da su kaynakları bakımından zengin bir kent olduğunu göstermektedir.
Sagalassos’u hakkını vererek gezmek için, yaklaşık 2 saatinizi buraya ayırmalısınız. Müze kartı olmayanlar giriş ücreti olarak 14 tl ödüyorlar.
*EĞİRDİR GÖLÜ :
Sagalassos’u gezdikten sonra, sıra Eğirdir Gölü’ne gelmişti. Önce Isparta’ya geri dönüp, oradan da 35 km mesafedeki Eğirdir’e hareket ettik. 517 km2 lik alanıyla Türkiye’nin dördüncü büyük tatlı su gölü. Denizden yüksekliği 916 metre olan gölün, en derin yeri 15 metre civarında. Bu da dün gördüğümüz Salda gibi son derece temiz bir göl. Mavi Bayrak ödülüne sahip Altınkum Plajı ince kumuyla gölün yüzmeye en elverişli yeri. Gölde tatlı su levreği, sazan, alabalık avlanmaktadır. Biz de öğle yemeğimizi göle ince bir yol ile bağlanan Yeşilada üzerindeki bir balık restoranında yemeye karar verdik. Keyifle yenen öğle yemeği sonrası da, Eğirdir’deki bazı tarihi yapıları gezdik.
Eğirdir küçük bir yerleşim. Merkezde az sayıda tarihi eser bulunuyor. Bunlardan biri Hızırbey Camii. 13. yüzyılda Selçuklu döneminde inşa edilmiş. Hemen yanı başında Dündar Bey Medresesi var. O da Anadolu Selçuklu döneminden kalma. 1237 yılında Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından han olarak yaptırılmış. 1301 yılında ise Hamidoğlu Dündar Bey tarafından medreseye çevrilmiş. Yeşilada üzerinde de Aya Stephanos Kilisesi ve birçok eski Rum evi geriye kalmış. 1924’deki mübadeleye kadar burada yaşayan bir Rum nüfus varmış.
İlk geldiğimde çıkmadığım Eğirdir merkeze yaklaşık 5 km mesafede bulunan Akpınar Seyir Terası’na bu defa çıktım. Buraya çıktığınıza gerçekten değiyor; çünkü tepeden manzara gerçekten harika. Göl ve tüm Eğirdir kasabası ayağınızın altında. Buradaki ilk mekana değil, ikinci mekana yani Mustafa’nın Yeri’ne gitmenizi önerim. Bir şeyler içerken, bu güzel manzaranın keyfini çıkarabilirsiniz.
Eğirdir’e kadar gelindiğinde, eğer vaktiniz varsa biraz daha güneye doğru inip, Kovada Gölü Milli Parkı’nı ziyaret edebilirsiniz. Buradaki küçük gölün suyu ince bir ırmak aracılığı ile Eğirdir Gölü’nden geliyor. Flora bakımından zengin bir yöre. Gölün çevresinde kızılçam, meşe, ardıç, defne, mersin, kocayemiş gibi çeşitli ağaçlar var.
*KUYUCAK KÖYÜ :
Kuyucak Köyü gezisini gün batımı saatlerine bırakmıştık. Çünkü o saatler lavanta tarlalarının çok güzel fotoğraflarını çekebilmek için ışık düzeni bakımından daha uygundu. Isparta’dan saat 17.30 gibi hareket ettik. Isparta’nın Keçiborlu ilçesi yönünde devam edip, sonrasında Kuyucak Köyü tabelasından köy yoluna girdik. Köy girişinden önce lavanta tarlaları başlıyor. Köyü geçtikten sonra da ileriye doğru çok sayıda tarla karşınıza çıkıyor. Fotoğraf için en güzelleri, köyden çıkıp iki keskin virajı aldıktan sonra karşınıza çıkan Lavanta Diyarı’nda. Buradaki tarlalar hem daha büyük, hem de meyilli. İyi fotoğraf veriyor; hele gün batımında yoğun mor renk tarlalara hakim oluyor. Eğer turla gelmiyorsanız, gün batımı ya da gün doğumu saatlerini tercih edin. Bunun bir nedeni de, bu saatlerde turla gelen gruplar olmuyor; çok rahat dolaşıp fotoğraf çekebiliyorsunuz. İnsan yoğunluğundan kurtulmuş oluyorsunuz.
Kuyucak Köyü’nü gezmek için en iyi dönem temmuz ayı; yani lavanta hasadı öncesi. Hasat işlemi temmuz ayı sonunda başlayıp ağustos ayı ortalarına kadar devam ediyor. Sonrasında lavantalar toplanıp yağları çıkartılıyor. Üreticisinin yaş veya hasattan sonra kurutarak satışa sunduğu lavanta çiçekleri, fabrikalarda işlenip sabun, yağ, kolonya gibi çeşitli ürünlere dönüşerek tüketicilere ulaşıyor. Alışveriş yapmak isteyenler, gerek köyde, gerekse köyün çevresindeki tarlaların bulunduğu yerlerdeki tezgahlardan lavantadan yapılmış çeşitli ürünleri bulabilirler.
Lavanta ile ilk tanışmam Fransa’nın Provence bölgesini gezerken gerçekleşmişti. 2013 yılının Temmuz ayında araba kiralayıp bu bölgedeki kasaba ve köyleri gezerken karşılaştığım alabildiğine mor renge bürünmüş mis kokulu lavanta tarlalarına hayran kalmıştım. O yıllarda kendi ülkemde böylesine güzel bir köy olduğundan haberim dahi yoktu. Sonradan öğrendiğimde, son yıllarda giderek popüler olan bu köyü ben de merak eder oldum. Göller bölgesindeki birçok yeri yıllar önce gidip gezmiştim. Bu sefer bunlara Kuyucak köyünü dahil edip üç günlük bir program hazırladım ve yola çıktık.
Aslında Kuyucak köyüyle ilgili lavantanın Fransa’nın Provence bölgesiyle bağlantılı şöyle bir hikayesi varmış : 1975 yılında zamanın zengin gül tüccarlarından Zeki Konur ve birlikte çalıştığı Nihat Yılmaz bir Fransa ziyareti dönüşünde, 30 haneye yaklaşık 15’er lavanta fidesi getirirler. Başlangıçta evlerin bahçelerinde ya da gül tarlalarının kenarlarında sadece süs iken, yıllar içinde zahmetsiz büyüyen lavantalar tarlaları kaplar ve bugün Isparta’nın Kuyucak gibi civar köylerinde yaklaşık 3 bin dönümlük bir alana yayılır.