Author

Mehmet Muammer ERTAN

Browsing

Addis Ababa’yı gezdiğim günün ertesi, şöförüm Sofonias ile birlikte yola koyulduk. Altımızdaki araç Toyota jeep 4×4. Ülkenin tüm kuzeyini karayoluyla katedeceğimiz için, bazı yolların da yer yer bozuk olacağını düşündüğümüzde böyle bir arazi aracı kesinlikle uzun yol için gerekli oluyor. Ayrıca yaptığımız hesaba göre 12 günde toplam yaklaşık 4000 km gibi bir yol yapacağız. Bu hiç de öyle kolay değil. Belli yerlerde, özellikle girdiğimiz köy, kasaba ve şehirlerde hızlı gitme şansın yok. Önüne büyük ve küçük baş hayvanlar, kalabalık insan grupları, yük taşıyan kamyonlar ve başka engeller çıkabiliyor. Bu yüzden birçok turist ve gezgin bazı şehirler arasında gidip gelmek için havayolunu tercih ediyor. Bu tip uzun yollara alışık olduğumdan ve ülkeyi daha iyi tanıma, keşfetme düşüncesi ağır bastığından karayolunu tercih ettim. Özellikle gerek yol boyunca karşılaştığım ilginç insan manzaraları ve gerekse ülkenin güzel olan doğası nedeniyle bu yorgunluğa değdiğini düşünüyorum. Sadece Lalibela-Addis Ababa arasını uçakla yapmanızı öneririm.
etiyopya - 8-Bahir-Darİlk konaklayacağımız büyük şehir Addis Ababa’nın yaklaşık 560 km kuzeyindeki Bahir Dar. Bu tüm Etiyopya seyahatimin en uzun yolu olacak. 1800 metre yükseklikteki Bahir Dar, Tana Gölü kıyısında yer alıyor. Etiyopya’nın Riviyerası olarak tanımlanıyor. Palmiye ağaçlarının gölgelediği geniş caddeleriyle güzel bir şehir. Çevresindeki yerleri dikkate aldığımızda Etiyopya’nın görülmesi gereken şehirlerden biri. Tana Gölü, dünyanın en uzun nehri Nil’in iki kolundan bir tanesi olan Mavi Nil’in (diğer kolu Beyaz Nil, Victoria Gölü’nden başlıyor) çıktığı yer. Mavi Nil Tana Gölü’nden çıktıktan sonra, 30 kilometre ötede Mavi Nil Şelalesi’ni meydana getiriyor. 

Bugün yolda geçti. Yol üzerinde küçük köylerden geçtik. Bir yerde mola verip, meşhur Etiyopya kahvesinden içtim. Sanırım Etiyopya seyahatim boyunca ilginç bir sunumu olan bu kahveden çok içeceğim. Ayrıca güzel bir manzara sunan Mavi Nil Boğazı’ndan geçtik.
etiyopya - 9-Bahir-DarNihayet akşam saatinde iki gece konaklayacağım Abay Minch Lodge’a varabildik. Burası tüm Etiyopya seyahatimin boyunca en beğenmedim tesis oldu. Personel ilgisizdi. Bir de odamda sivrisinek problemi yaşadım. Oysa resepsiyonda bana odalarda sivrisinek olmaz denmişti. İyi ki yanımda önlem olarak sivrisinek kovucu getirmişim. Aslında 2000 metrenin altında kalan kuzeydeki tek yerleşim burası. Bir de göl kıyısında. Sivrisinek olmasının nedeni de bu. 2000 metrenin üzerindeki yerlerde sivrisinek ve dolayısıyla sıtma tehlikesi yok.

Yarın gezeceğim Bahir Dar’da programım şöyleydi. Önce sabah seansında Mavi Nil Şelalesi’ne gidecektim. Tana Gölü kıyısında alacağım öğle yemeği sonrası ise göl üzerindeki Zege Yarımadası’na tekneyle giderek buradaki tarihi kiliseleri ziyaret edeceğim.

 Gezilecek Yerler  :

 *Mavi Nil Şelalesi   :

 Mavi Nil’in Tana Gölü’nden çıktıktan sonra meydana getirdiği, Bahir Dar’ın 35 kilometre güneyinde kalan bu şelaleye, yerel halk tarafından “Tiss İssat” (duman çıkaran su) ismi verilmiş. Sabah otelden ayrıldıktan sonra, yaklaşık bir saatlik bir sürede yerel rehberimle buluşacağımız yere vardık. Son olarak geçtiğimiz taşlı topraklı köy yolu ilginç insan manzaralarıyla doluydu. Özellikle arka arkaya sıralanmış şeker kamışı tarlalarının olduğu bu yolda, at arabalarına ve eşeklerin sırtına yüklenmiş şeker kamışı yaprakları ilginç görüntüler oluşturuyordu.
etiyopya - 10-Bahir-DarLokal rehberimle buluşmanın ardından, aracı terk edip şelaleye kadar yer yer tırmanışların olduğu bir patikadan yürüyüşümüzü sürdürdük. Bu arada nehrin diğer tarafına geçerken kullandığımız tarihi Portekiz Köprüsü’nü 1632’de Kral Fasilidas yaptırmış. İlginç insan manzaralarına tanıklık ederek yaptığımız bu yürüyüş sonunda Mavi Nil Şelalesi’ne varmıştık.

Aslında Afrika’nın önemli bir şelalesi. Yalnız şu anda kuru dönem olduğundan suyu iyice azalmış durumda .Yağmurlar mayıs-eylül arası. Bu nedenle şelalenin suyunun en bol olduğu ve doğanın yemyeşil olduğu ekim ayı burayı ziyaret için en uygun dönem. Ama sonunda burası çok güzel bir doğa manzarasına tanıklık edeceğiniz bir yer. Bol bol fotoğraf çektikten sonra, Mavi Nil’i besleyen küçük bir ırmak olan Alata Irmağı üstünden geçen asma köprüyü geçerek şelalenin yanına kadar ulaştık.
etiyopya - 11-Bahir-Dar*Zege Yarımadası Manastırları  :

Tana Gölü 3600 km2lik yüzölçümüyle ülkenin en büyüğü. Göl milyonlarca yıl önce volkanik püskürtme neticesinde oluşmuş. Göl üzerinde 37 ada ve 29 tane de manastır bulunuyor. Bunlardan yirmisi üzerinde yer alan manastırlar 16-17 yüzyıllarda inşa edilmiş. Bu tarihi manastırlar gerek mimarileri, gerekse içindeki iyi korunmuş resimleriyle görülmeye değer güzellikte. Ben de turistlerin en çok ziyaret ettiği ve en güzel manastırların  yer aldığı Zege Yarımadası’ndakileri görmeye gittim. Bunun öncesinde Tana Gölü kıyısındaki Lake Shore adlı restoranda keyifli bir öğle yemeği yedim. Burası açıkçası hoşuma gitti. Tam kafa dinlemek için, sessiz ve sakin bir mekan. Manzarası güzel. Ayrıca yemekleri de lezzetliydi.
etiyopya - 12-Bahir-DarÖğle yemeği sonrası tekneyle Zege Yarımadası’na gittim. Yaklaşık bir saat süren tekne turu ardından oradaki yerel rehberle buluşup yarımada üzerindeki turumuza başladık. Yarımada üzerinde kahve ağaçları göze çarpıyordu. İlk gezdiğim Azwa Maryam Manastırı oldu. Alışılagelmiş kilise mimarisinden farklı bir yapı. İlk kez böyle bir kilise ziyaret ediyordum. Etiyopya’nın kendi kültüründe yarattığı geleneksel kilise mimarisine sahip. Yuvarlak şekildeki kilisenin damı ağaç ve bitki köklerinden örülmüş. Kilisenin üç kapısı var. Bunlardan kuzey kapısı erkekler, güney kapısı kadınlar ve batı kapısı rahipler için. Kilisenin içinde ise on iki havariyi temsil eden 12 tane kapısı var. Ancak kapının arkasına geçemiyorsunuz çünkü burada Etiyopya’daki her kilisede olduğu gibi Kutsal Ahit Sandığı’nın bir kopyası var. Onu sadece kilisenin baş papazı görebiliyor. İç kısmında ise İsa’nın hayatının tasvir edildiği İncil’den çok güzel resimler yer alıyor.
etiyopya - 13-Bahir-Dar etiyopya - 14-Bahir-DarManastırlar arasında belli bir mesafe olduğundan, zaman kaybetmemek için tekrar tekneye  binip yarımadanın en büyük ve en güzel manastırı olan Uda Kitane Mihret’e gidiyoruz. 14. yüzyılda inşa edilmiş mimarisi ve dini nitelikteki duvar resimleriyle Etiyopya’nın en güzel örneklerinden birini oluşturmaktadır. Buradaki manastırlarda duvar resimlerinin olması, insanların o dönemde okuma yazma bilmemesi ve her şeyi duvar resimleriyle anlatmaya çalışmasıyla ilgili.
etiyopya - 15-Bahir-Dar etiyopya - 16-Bahir-DarZamanım olsaydı Tana Gölü üzerindeki başka manastırları da ziyaret edebilirim. Ancak bu iki manastırı görmek de bana buradaki manastırlar hakkında iyi bir fikir verdi. Sonrasında tekrar Bahir Dar’a doğru tekneyle dönüşe geçtik. Bahir Dar’a yaklaştığımızda su aygırlarını ve papirüsten botun içindeki bir balıkçıyı gördük. Tana Gölü’nde balıkçılar papirüsten yapılma küçük botlarıyla balık avlamaya çıkıyorlar.
etiyopya - 17-Bahir-Dar

Bana Etiyopya’da tek bir yer görme hakkın olsa, bunu neresi için kullamak isterdin diye sormuş olsalardı, cevabım kesinlikle Lalibela olurdu. Aslında burası ile ilgili gezmeden önce de çok şey biliyordum ama gördükten sonra açıkçası çok etkilendim ve hayran kaldım. Zaten farklı ülkelerden en fazla turiste Lalibela’da rastladım.
Lalibela’ya Mekele üzerinden uzun bir yolculuk sonrası vardım. Buradaki Mountain View Hotel’de  üç gece konaklayacaktım. Lalibela ve çevresini gezmek için iki tam gün ayırmıştım.

Lalibela Etiyopya’nın en kutsal yerlerinden biri. Etiyopyalı Ortodoks Hıristiyanların hac yeri ve inanç merkezi. Kayalara oyulmuş kiliseleriyle UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. Buradaki kiliseler yaklaşık 800 yıl önce yani 12 ve 13. yüzyıllar içinde volkanik kayalara oyularak inşa edilmişler.  2620 metre yükseklikte etrafı dağlarla çevrili bir düzlük ve burada 1137’den başlayarak 1270 yılına kadar süren 133 yıllık bir dönem içinde Kral Lalibela ve onu takip eden krallar tarafından inşa edilmiş yüzlerce kilise. Bu ilginç ve etkileyici kiliselerden 12 tanesi halen ayakta. Bu kiliseler dar geçitler, mağaralar ve kaya oluklarıyla birbirine bağlı. İşte ben de etkiliyeci ve mistik bir ortama sahip bu on iki kiliseyi ziyaret etmek için buradaydım.
etiyopya - CErtesi sabah erkenden yerel rehberimle buluştum. Bu günü iki gruptan oluşan 12 kilise ziyaretine ayırmıştım. Bir sonraki gün ise önce Lalibela’ya 30 dakika mesafede bir tepede yer alan Asheton Mariam Kilisesi’ni gezecektim. Öğleden sonra ise Lalibela dışındaki en popüler kiliselerden biri olan Yemrehanna Christos Kilisesi’ni görmeye gidecektim.

Lalibela’nın ismi önceden Roha (temiz yer anlamına geliyor) imiş. Daha sonra şehre Kral Lalibela’nın ismi verilmiş. Kral Lalibela bu kiliseleri inşa ettirmeden önce 15 yıl Kudüs’de kalmış ve bu süre zarfında her yeri gezip görmüş. Etiyopya’ya döndüğünde ise Yeni Kudüs’ü Lalibela’da kurmuş.

Gezime önce kuzeybatı grubu kiliselerinden başladım. Bunlar *Beta Medhane Alem,  * Beta Maryam, * Beta Meskel, * Beta Golgotha & Beta Mikael (ikiz kiliseler) * Beta Danaghel idi.
Öğleden sonra gezdiğim güneydoğu grubu kiliseleri şunlardı : *Beta Amanuel,  *Beta Abba Libanos,  * Beta Merkorios,  *Beta Gabriel-Rafael

*Beta Medhane Alem  :

İlk kurulan ve aynı zamanda en büyük olan kilise.  Tek bir kaya kütlesi oyularak inşa edilmiş ve sadece zemininden yere bağlı olan bu tip kiliselere “monolitik” deniyor. Toplam 72 sütun bulunan kilisede, sütunlar dört yöne dağılmış ve bu dört İncil yazarını sembolize ediyor. Kilisenin doğu tarafındaki sütunlar orijinal ama bazı sütunlar yıkılmış ve 1954’de İmparator Haile Selassie tarafından yenilenmiş.
etiyopya - 33-Lalibela*Beta Maryam  :

Beta Meskel kilisesi karşısında güzel bir kilise. Her kilisede olduğu gibi buraya da ayakkabılar kapıda çıkartılarak giriliyor. Yerde halılar serilmiş. Sol duvarda palmiye ağacı motifi, sağ duvarda iki boğa motifi göze çarpıyor. Kilise içinde 6 sütun bulunuyor.
etiyopya - 34-Lalibela*Beta Abba Libanos  :

Cephesi güzel olan kayaya oyulmuş kiliselerden biri. Monolitik kiliselerden farklı çünkü sadece ön cephesi görülüyor; arkadan bir kayaya yaslanmış. Bu özelliği ile yarı-monolitik kiliseler grubunda. Ön cephesinin batı tarafı orijinal, doğu tarafı ise yeniden yapılmış.
etiyopya - 35-Lalibela*Beta Gabriel – Rafael  : 

En etkilendiğim kiliselerden biri oldu. Girişi diğer kiliselerden farklı olarak yukarıdandı. Burada yan yana iki ikiz kilise var. Gabriel cenneti, Rafael ise cehennemi temsil ediyor.
etiyopya - 36-Lalibela*Beta Golgotha & Beta Mikael :

Burada aynı çatı altında iki kilise var. Bu ikiz kiliseler Debre Sina olarak ta biliniyor. Buradaki duvar resimleri 12. yüzyıla tarihleniyor. “Holy of Holy” olarak bilinen ve her kilisede bulunan en kutsal bölümde Kutsal Ahit Sandığı’nın bir kopyası bulunur ve buraya halkın girmesi yasaktır.
Burada bulunduğum sürede çok ilginç bir ayine tanıklık ettim. Beyaz giysiler içindeki rahipler ilahiler söylüyorlardı.
etiyopya - 37-Lalibela etiyopya - 38-Lalibela*Beta Giyorgis  (Aziz George) :

Lalibela’daki gezimde her iki grupta yer alan kayalara oyulmuş toplam 11 güzel kiliseyi gezmiştim. Sırada gün batımına bıraktığım Lalibela’nın en güzel ve en meşhur kilisesi vardı. Beta Giyorgis Kilisesi farklı bir yerde yer alıyordu ve bu iki gruba dahil olan kiliselerden biri değildi. Haç şeklindeki bu büyük monolitik kilise, Etiyopya’nın aziz patronu ve koruyucusu Aziz George onuruna inşa edilmişti.
etiyopya - 39-Lalibela etiyopya - 40-Lalibela*Asheton Maryam Kilisesi  :

Ertesi gün sırada Lalibela çevresindeki bazı kiliseler vardı. Bunlardan biri Asheton Maryam idi. Kilise 3150 metrede yükseklikte bir tepede yer alıyordu. Ama araçla sadece 2850 metrelere kadar gelebiliyorsunuz. Daha sonra ise kayalardan yukarıya doğru dar patikalardan geçerek tırmanmanız gerekiyor. Yerel rehberimle birlikte tırmanmaya başladık. Yolda köy çocuklarına, sırtlarında ağır yüklerle civardaki köylere gitmeye çalışanlara rastladık. Ne kadar alışkın olsalar da, her gün bu patikaları kullanarak tepeye kadar tırmanmak kolay değildi. Tırmandıkça aşağıdaki manzara daha da güzelleşiyordu.
etiyopya - 41-LalibelaSonunda kiliseye vardık. Kapıda bizi kilisenin papazı karşıladı. Duvarlara haçlar kazılmıştı. Küçük ve gösterişsiz bir kilise ama ilginç olan böyle bir yerde 800 yıl kadar önce bir kilise yapmış olmaları. Yarı monolitik olan bu kilise Kral Lalibela tarafından yapılmaya başlanmış ama tamamlayan Kral Nakutola olmuş.
Kiliseyi gezdikten sonra, yemekhane olarak kullanılan biraz aşağıdaki barakada rahiplerle birlikte yemek yedim. Benim için ilginç bir anıydı.
etiyopya - 42-Lalibela*Yemrehanna Christos Kilisesi  :

Öğle yemeği sonrası, Lalibela’nın 42 km kuzeyinde yer alan ve Lalibela’nın dışındaki en popüler kiliselerden biri olan Yemrehanna Christos Kilisesi’ne gittim. Burası çok ilginç bir mağara kilise. Lalibela’daki kayalara oyulmuş kiliselerden 80 yıl kadar önce Geç Aksum stilinde, ahşap ve granit tabakalarıyla inşa edilmiş.

Dikdörtgen bir şekle sahip kiliseye kral ve rahip olan Yemrehanna’nın ismini verilmiş. Kral Yemrehanna kilise yapımında kullanılacak malzemelerden ahşabı Kudüs’den, mermeri ise Mısır’dan getirtmiş. Kilisenin pencereleri, tavanı çok hoş ahşap oymalarla süslü.

Rehberim kilisenin arka tarafındaki insan mumyalarını gösterdiğinde şaşkınlığım daha da arttı. Üst üste, yan yana sıralanmış çok sayıda mumya ve kafatasları. Söylenildiğine göre bu mumyalar, yüzyıllar önce buraya ölmeye gelmiş hacılara aitmiş. Bazıları ise bunların bu devasa mağaradaki kiliseyi inşa eden işçilere ait olduğunu iddia etmekte.
etiyopya - 43-Lalibela etiyopya - 44-LalibelaLalibela’da Konaklama  :

Merkeze yürüme mesafesindeki Mountain View Hotel’de üç gece konakladım. Terasından güzel bir manzaraya sahip olan bu otelden memnun kaldım. Akşam yemeklerini de genelde otelde yedim. Bunun dışında Maribela ve Panoramic View adlı otelleri alternatif olarak düşünebilirsiniz. Bu otellerin hepsi birbirine yakın mesafede bulunuyor.

Lalibela’da Yeme – İçme  :

Öğle yemeği yediğim Seven Olives adlı restoranı öneririm. Turistlerin birçoğu merkezdeki bu restoranı tercih ediyor. Yemekleri lezzetli.
Bir diğer güzel restoran, çok güzel bir manzaraya sahip, tepedeki Ben Abeba. Mountain View Hotel’e 10-15 dakika yürüme mesafesindeki restoranı yaşlı bir İskoç kadın işletiyor. Yemeklerinden ve servisten memnun kaldığım bir restoran oldu.

İnsan, tarih ve doğa bakımından son derece zengin olan Etiyopya birkaç seneden beri gitmeyi düşündüğüm ülkelerin başında geliyordu. Afrika’nın boynuzunda yerleşmiş, en eski Hıristiyan geleneklerini yaşatan bu ilginç ülkeyi mutlaka keşfetmek istiyordum. Nihayet bu sene Şubat ayında bunu gerçekleştirdim.

Etiyopya seyahati için iki haftalık bir süre ayırmıştım. Tabii ki bu süre Türkiye’den çok daha büyük bir yüzölçümüne sahip bu ülkenin her tarafını gezebilmek için yeterli değildi. Bu yüzden Etiyopya seyahatini iki aşamalı olarak düşündüm. Bu gidişimde sadece ülkenin dini tarihine ışık tutan kuzey kısmını gezecektim. Bir dahaki sefere ise Omo Vadisi olarak adlandırılan ülkenin güneyinde etnik kabilelerin yaşadığı köyleri ziyaret edecektim.

İki hafta sürecek seyahatin tümünü başkalarının aksine sadece karayoluyla yapmayı planladım. Yaklaşık 4 bin kilometrelik bu etap benim için bir hayli yorucu ve zor olsa da, geçeceğim yollarda, küçük yerleşim yerlerinde insanların yaşantılarına yakından tanıklık etmek benim için önemliydi. Bana göre bir ülkeyi esaslı bir şekilde keşfetmenin ve anlamının yolu da buradan geçiyordu. İşte böyle bir seyahati gerçekleştirebilmek için Etiyopya’daki bir seyahat acentesiyle önceden anlaştım. Bunun için bana 4×4 bir araç ve yolları çok iyi bilen ve bunun yanı sıra da İngilizceyi iyi konuşup anlayan bir şöför ayarladılar.

Seyahat rotamı şu şekilde belirlemiştim. Başkent Addis Ababa’yı gezdikten sonra, kuzeye doğru devam ederek önce Bahir Dar ve sonrasında Gondar, Simiens Mountains’ı gezerek, en kuzeydeki Aksum’a kadar ulaşacaktım. Ardından Tigray Vadisi’ndeki kiliseleri gezip güneye doğru inmeye başlayacaktım. Mekele ve Lalibela’dan sonra Kombolcha üzerinden tekrar Addis Ababa’ya geri dönecektim.

Genel Bilgiler  :

*Eskiden “Köleler Ülkesi” anlamına gelen Habeşiştan adıyla anılırdı. Afrika’nın boynuzunda yer alan Etiyopya, kuzeyde Eritre, kuzeydoğusunda Djibuti, doğuda Somali, güneyde Kenya ve batıda ise Sudan ile çevrelenmiştir.
*105 milyonun üzerinde insanın yaşamını sürdürdüğü Etiyopya, Nijerya’nın ardından Afrika’nın en büyük ülkesi.
*1.104.300 km2 lik bir bir yüzölçümüne sahip.
*Başkent Addis Ababa.
*Diğer önemli kentleri arasında Mekele, Bahir Dar, Gondar, Aksum, Lalibela var.
*Ülkede konuşulan dil Amharik. İkinci dil olarak İngilizce konuşuluyor. Ayrıca ülkede 75 farklı dil ve 200’ün üzerinde lehçe var.
*Ülkede çok sayıda etnik grup var. Bunlar arasında Oromo %35 oranıyla Etiyopya’nın en kalabalık etnik grubu. Onu %27 ile Amhara izliyor.
*Nüfusun %60 kadarını Hıristiyanlar oluşturmaktadır. Bunların da çoğu Ortodoks. Burası Hırisyanlığın en güçlü yaşandığı ülkelerden biri. İkinci büyük dini grup ise %37’lik oranıyla Müslümanlar.
*Siyasi rejim Federal Parlamenter Cumhuriyet.
*Para Birimi Birr (ETB). 1 Euro = 35,53  / 1 USD = 32 Birr (2019 Aralık)
Kredi kartı bazı büyük otellerde kabul edilse de, yanınızda yeterince nakit para bulundurmalısınız. Çünkü birçok yerde kredi kartıyla ödeme yapılamıyor. Amerikan doları daha çok tercih ediliyor.
*Etiyopya’ya gitmeden önce bulunduğunuz ilin Seyahat Sağlık Merkezi’nden zorunlu olan sarıhumma aşısını yaptırın.
*Etiyopya’ya girmek için vize gerekli. 30 günlük vizeyi 52 USD karşılığında E-Visa olarak evisa.gov.et sitesini ziyaret ederek alabilirsiniz. Ya da Ankara’daki Etiyopya Elçiliği’nden 40 USD karşılığı, bazı evrakları teslim etmek suretiyle alabilirsiniz. Ama bu daha uğraştırıcı olur.
*Musluk suyunu kesinlikle kullanmayın; dişlerinizi fırçalarken bile. Otellerde odalara her gün kapalı şişe su bırakılıyor.
*Timkat, ülkenin en önemli dini festivalidir. 18-20 Ocak tarihlerinde kutlanır.

Etiyopya’ya Nasıl Gidilir  :

Etiyopya’ya ulaşmanın en iyi yolu Türk Hava Yolları ile İstanbul’dan Addis Ababa’ya uçmaktır. İstanbul’dan direk uçuş 5 saat 15 dakika kadar sürüyor. Saat 19.25’de İstanbul’dan kalkan uçak, yerel saat itibariyle yaklaşık saat 00.45’de Addis Ababa’nın Bole Uluslararası Havalimanı’na varıyor. Havalimanı Addis Ababa’nın kent merkezinin 5 km güneydoğusunda yer almaktadır.
Bunun dışında tabii ki aktarma yaparak gidebileceğiniz Emirates gibi farklı havayolları da var. Onları da araştırabilirsiniz.

Etiyopya’ya Ne Zaman Gidilir  :

Etiyopya’ya gitmek için en iyi dönem kış ayları. Yani AralıkŞubat dönemi. Bu aynı zamanda yağışın olmadığı kuru dönem. Ayrıca hava çok sıcak değil. Hatta rakımın yüksek olduğu kuzeydeki Simien Mountains gibi yerlerde serin bile. Haziran-Eylül arasındaki yağışlı dönem Etiyopya’ya gitmek için uygun değil.

Etiyopya’ya gitmek için bir de İsa’nın vaftizi yıldönümünde gerçekleşen Timkat Festivali’ni dikkate alabilirsiniz. Bu festival her sene 18-20 Ocak tarihlerinde düzenlenir. Ülkenin en önemli dini festivali olan Timkat 3 gün sürer. Bu festival sırasında Lalibela ya da Gondar kentlerinden birinde bulunmanız doğru olur. Çünkü festival en iyi bu iki şehirde kutlanır.

Etiyopya Güvenli Bir Ülke mi  :

Zaman zaman siyasi nitelikli bazı olaylar, protestolar olsa da, Etiyopya güvenli bir ülke. Hatta Afrika ülkeleri içinde bir sıralama yapacak olsam en güvenli ülkeler içine yerleştiririm. Sadece dikkatli ve temkinli olmak gerekiyor. Zaten bu durum dünyada gideceğiniz her ülke için geçerli.

Etiyopya’nın Ekonomisi :

Etiyopya dünyanın en fakir ülkelerinden biri. Ülke ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanıyor. Nüfusun yaklaşık %72’si bu sektörde çalışıyor ve kırsal kesimde yaşıyor. Mısır, arpa, teff, ghat, susam, kahve en çok üretilen ürünler arasındadır.

Kahve, Etiyopyalılar ve ülke ekonomisi için son derece önemli. Etiyopya Afrika’nın en çok kahve üretilen ülkesi. 15 milyon civarında kişi geçimini kahveden sağlıyor. Zaten kahve ilk kez Etiyopyalılar tarafından yetiştirilmiş ve daha sonra buradan Arap Yarımadası’na (Yemen’e) ve oradan da tüm dünyaya yayılmış.
Etiyopyalıların özen gösterdikleri bir kahve seremonileri var. Buna seyahatim sırasında bir iki restoranda tanıklık ettim. Önce kahve çekirdekleri küçük bir tavada kavruluyor. Ardından çekirdekler havanda ezilip demleniyor. Kahve pişirilip hazır hale geldikten sonra bir ibrikten küçük bardaklara servis ediliyor. Bu arada yanında da küçük bir kabın içinde tütsü yakılıyor.
etiyopya - AEtiyopya, Afrika’nın en fazla canlı hayvan varlığına sahip ülkesi. Yollarda giderken koyun, keçi, sığır gibi gibi çok sayıda büyük baş ve küçük baş hayvanlara rastladım. Bazı yerlerde önünüze çıkan bu hayvanlar yüzünden, özellikle de kasaba ve şehirlere girildiğinde araç kullanmak bile zorlaşıyor.

Sanayi olarak tekstil sanayi gelişmiş ve ülke ekonomisinde önemli bir yer tutuyor.

Turizm ülkede giderek gelişiyor. Ama bu güzel ve ilginç ülke bugüne kadar çok fazla kişi tarafından hala keşfedilmiş değil. Bazı grupların ve benim gibi tek başına seyahat eden tek tük kişilerin dışında Lalibela hariç çok fazla turiste rastladığımı söyleyemem. Özellikle en fazla Fransız turist gözüme çarptı.

 Etiyopya’nın Tarihi   :

*Etiyopya’nın insanlık tarihinin en eski uygarlıklarından biri. 3 milyon yıllık olduğu söylenen “Lucy” adlı iskelet Addis Ababa Ulusal Müzesi’nden sergileniyor.
*Afrika’nın en eski krallığı olan Aksum Krallığı (MS.200-750) bu topraklarda doğmuş.
*MS.4 yüzyılda Aksum Kralı Ezana Hıristiyanlığı kabul etmiş. Etiyopyalılar Ermenilerin ardından dünyanın en eski Hıristiyan halkı kabul ediliyor.
*750’de Aksum Krallığı yıkıldı ve Etiyopya “Karanlık Çağa” girdi.
*1137’de Etiyopya’da İmparatorluk dönemi başladı. Lalibela’daki kiliseler bu tarihten itibaren 1270 yılına kadar olan dönem için inşa edildi.
*1636’da İmparator Fasilidas Gondar şehrini kurdu ve  Gondar başkent oldu. Etiyopya’da “Altın Çağ” başladı.
*1889’da Yohannes’i izleyen İmparator II.Menelik İtalya ile dostluk antlaşması imzaladı. Buna göre Eritre’yi İtalya’ya verdi. Aynı yıl Addis Ababa kuruldu ve Etiyopya’nın yeni başkenti oldu.
*1896’da İmparator II.Menelik Adwa Savaşı’nda İtalyanlara büyük bir yenilgi tattırdı. Böylece iki ülke arasındaki dostluk antlaşması sona erdi ve İtalya Etiyopya’nın bağımsızlığını tanıdı.
*1930’da Etiyopya’da İmparator Haile Selassie dönemi başladı. İlk yazılı Anayasa ile İmparator Selassie tüm gücü eline geçirdi.
*1936’da İtalyanlar Etiyopya’yı istila etti ve Selassie ülkeden kaçmak zorunda kaldı.
*1941’de Etiyopya’da İtalyan işgali sona erdi. Haile Selassie tacına ve Etiyopya da bağımsızlığına kavuştu. Onu izleyen seneler içinde ülke hızla modernleşti, gelişti.
*1974’de halkın memnuniyetsizliği arttı. Protestoların ardından Derg ülkede sosyalist devletin kurulduğunu deklare etti.
*1975’de son imparator Haile Selassie hapiste hayatını kaybetti.
*1977-1978 yıllarında Derg Sosyalist Devleti tarafından rejim karşıtlarına şiddetli baskı uygulanması sonucu binlerce kişi hayatını kaybetti.
*1991-1993’de Derg isyancılar tarafından yenilgiye uğratıldı ve ülkede komünist dönem sona erdi.
*1995’de Federal Demokratik Etiyopya Cumhuriyeti ilan edildi. Seçimler oldu.
*1993’de Eritre Etiyopya’dan bağımsızlığını kazanıp ayrılınca, ülkenin de Kızıldeniz ile bağlantısı kesilmiş oldu.
Sonuçta Etiyopya Afrika Kıtası’nda sömürgeleştirilememiş tek ülkedir.

Etiyopya’da Yeme – İçme  :

Ülke mutfağında yassı, mayalı, mayhoş bir tadı olan bir çeşit ekmekleri İnjera önemli bir yer tutuyor. Bu ekmeğin üzerine baharatlı etler (sığır, kuzu ya da tavuk olabilir), mercimek, soğan, ıspanak, havuç, lahana gibi sebzeler, nohut, fasulye gibi bakliyatlar koyuyorlar. Bunlarla ilgili çeşitli yemekler üretiyorlar.
etiyopya - BEn meşhur yemeklerinden biri de, körili bir mercimek yemeği olan Messer. Ülkede üretilen birçok bira var. Ama en çok tercih edileni Habesha. Bir diğer beğendiğim bira ise St.George oldu.

Aslında Etiyopya çok çeşitli yemekleri olan zengin bir mutfağa sahip bir ülke değil. Bu yüzden yemekler ve lezzetleri ile ilgili pek fazla beklentiniz olmasın. Sonuçta burası Etiyopya, Afrika’nın yoksul ülkelerinden biri. Önemli olan yediklerinize dikkat etmeniz. Ben kaldığım süre boyunca mide ve bağırsaklarımda bir sorun yaşamadım.
Restoran isimlerine ise gezdiğim şehirlerde yer verdim. Oradan bakabilirsiniz.

Sabah kahvaltısı sonrası Bahir Dar’dan kuzeydeki Gondar’a doğru yola çıktık. 185 kilometrelik yolu yaklaşık 3 saatlik bir sürede alacaktık. Addis Ababa’dan Bahir Dar’a gelirken karşılaştığım insan manzaralarının benzerlerine bu yolda da rastladım. Yol boyunca yürüyen insanlar. Ulaşım araçlarının kısıtlı olduğu bu fakir ülkede, insanlar bir yerden bir yere ulaşabilmek için sürekli yürüyorlardı. Bazı günler kilometrelerce yürüdükleri oluyordu. Çocuklar da okuldan evlerine yürüyerek gidip geliyorlardı.
etiyopya - 18-GondarYolda giderken bazen pazar yerlerine uğradık. Haftanın belli günleri kasaba ve köylerde kurulan pazarlar ilginç görüntülere sahne oluyor.
etiyopya - 19-GondarGondar,  Etiyopya’nın tarihi bir kenti. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki kent, 1636’da İmparator Fasilades tarafından kurulmuş. O yıllarda Gondar’ın Altın Çağı başlamış. Gondar, Etiyopya’nın Addis Ababa’dan önceki başkenti olmuş. Fasilades tarafından başkent olarak seçilmesinin nedenleri arasında çok verimli topraklara sahip olması ve üç ana kervan yolu kavşağında yer alması var. Kısa sürede gelişip büyüyen kentte refah seviyesi artmış. Fasilidas öldüğünde geride zengin ve ihtişamlı bir kent bırakmış. Sarayları, bahçeleriyle göz kamaştırıyormuş. Fakat 1755’lerde İmparator İyasu’nun ölümü sonrası, kent giderek önemini kaybetmeye başlamış.

Gondar pek büyük bir kent değil. Yürüyerek gezilebiliyor. Kentin merkezi İtalyanların yaptığı Piazza (meydan demek). Başta saraylar olmak üzere krallara ait yapıların yer aldığı duvarlarla çevrili kısım Piazza’nın güneyinde kalıyor. Bunun dışında kentte görülmeye değer güzellikte Fasilidas Hamamları ile Debre Berhan Selassie Kilisesi var. Ben de Gondar şehrini keşfetmeye önce bu kiliseden başladım.

 Gezilecek Yerler    :

 *Debre Berhan Selassie Kilisesi  :

Diğer kiliselerin hepsi 1880’li yıllarda Sudanlı Dervişler tarafından yıkılıp yağmalanırken, 17. yüzyılda Fasilidas’in büyük oğlu İmparator İyassu tarafından inşa edilmiş Debre Berhan Selassie yıkılmayıp ayakta kalmış tek kilise. Çevresi iki surla çevrili olan kilise, taş duvarları, kemerli kapıları ve içerisindeki İsa’nın hayatıyla ilgili çok iyi korunmuş resimleriyle dikkat çekiyor. Etiyopya’nın en güzel kiliselerinden biri.
etiyopya - 20-Gondar*Fasilidas Hamamı   :

Kentin merkezi olan Piazza’nın yaklaşık 2 km kadar kuzey batısında yer alan bu hamama, 17. yüzyılda Gondar’ı kurup başkent yapan İmparator Fasilidas’ın adı verilmiş. Fasilidas dinlenmek için buradaki hamama gelirmiş. Gerçekten burası huzur veren, sakin, hoş bir yer.
Ortada bir vaftiz havuzu var. Burası her sene 18-19 Ocak tarihlerinde kutlanan ülkenin en büyük dini festivali Timkat’a ev sahipliği yapıyor. Hz.İsa’nın vaftizi ile ilgili olan bu festival sırasında, dikdörtgen formdaki bu havuzda İsa’nın Ürdün nehrinin suyuyla vaftiz sahnesi canlandırılıyor.
etiyopya - 21-GondarFasilidas Hamamı duvarlarını sarmış olan Banyan Ağacı, yılanvari kökleriyle ilginç bir görüntü oluşturuyor. Bilindiği gibi Banyan kökleriyle dikkat çeken kutsal bir ağaç. Ölümsüzlüğün simgesi. Bu ağacın çok güzel görüntülerine 2013’de Kamboçya’da gezdiğim Angkor Wat tapınaklarında rastlamıştım.
etiyopya - 22-Gondar*Fasilidas Sarayı    :

Fasilidas Sarayı, Gondar’ın en etkileyici yapısı. Aslında burası bir kompleks. Toplam 7 hektarlık büyük bir alanda farklı imparatorların yaptırdığı saraylar var. Bu sarayların yanı sıra kiliseler, kütüphane, atlar için ahırlar, Dawit’s hall diye bilenen müzik evi, Türk hamamı, sarnıç gibi yapılar inşa edilmiş. Her ne kadar burası 1888’de Sudanlı Müslümanlar ve 1941’de İtalyanları buradan çıkartmak için İngilizler tarafından bombalanıp tahrip edilse de, bazı yapılar günümüze kadar iyi korunmuş bir şekilde gelmeyi başarmış.
etiyopya - 23-GondarGondar’a Nasıl Gelinir   :

Gondar’a ya benim yaptığım gibi Bahir Dar’dan karayoluyla geleceksiniz. Ya da Etiyopya’yı ziyaret eden birçok turist ve gezginin tercihi olan havayoluyla. Başkent Addis Ababa’dan ya da Lalibela’dan Ethiopian Airlines’ın Gondar’a direk seferleri var.

Gondar’da Konaklama  :   

Gondar’da bir gece konakladığım Goha Hotel, Etiyopya seyahatimde en beğendiğim konaklama tesisi oldu. Otelde akşam yemeği de yedim. Yemekleri lezzetliydi. Ayrıca otelin manzarası çok güzel. Terasından tüm Gondar ayaklarınızın altında.

Gondar’da Yeme – İçme  :

Gondar’da öğle yemeği yiyecekseniz, tercihiniz kesinlikle Four Sisters adlı restoran olsun. Etiyopya seyahatim sırasında en iyi yemeklerden birini bu restoranda yedim. Açık büfe olarak sunulan yemekler içinde hem acılı Etiyopya yemekleri, hem de Avrupa tarzı yemekler var. Lezzetleri de gayet iyi. Açık büfe için 230 Birr  (7-8 USD) ödüyorsunuz.
etiyopya - 24-Gondar

Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa, 2400 metreye varan rakımıyla dünyanın en yüksek üçüncü başkenti konumunda. Aynı zamanda yaklaşık 6 milyona varan nüfusuyla ülkenin en büyük kenti. Kente gece yarısı vardıktan sonra, doğruca iki gece konaklayacağım otelime hareket ettim. Ertesi sabah ise toplam 13 gün birlikte olacağım şöförüm Sofonias ile Addis Ababa gezimize başladık. Bu tur sırasında Melaku adındaki kısa boylu, sempatik bir Etiyopyalı lokal rehber bize eşlik etti. 26-28 derece dolaylarında güneşli güzel bir hava vardı. Sabah biraz serin olsa da, öğleye doğru sıcaklık artıyor.

Kent 1889 yılında İmparator II.Menelik tarafından 2900 metre yüksekliğindeki Entoto Dağı yakınındaki tepede kurulmuş ve kurulmasının ardından ülkenin başkenti olmuş. İsmi “yeni çiçek” anlamına geliyor. Daha sonra Kraliçe Taitu tarafından seçilmiş şimdiki yerine taşınmış.

Addis Ababa büyük ve yaygın bir şehir. Bu yüzden gezerken bir yerden bir yere ulaşmada araç kullanmanız şart.
Kentin kuzeyindeki Piazza (İtalyanca’da meydan anlamına geliyor) semtinde İtalyan işgali sırasında yapılan bazı binalar olsa da, Addis Ababa’nın pek güzel bir şehir olduğunu söyleyemem. Geniş caddeleri, meydanları ile modern bir şehir görünümünde. Şehirde en görülmesi gereken yerler ise müzeler. Bir de Holy Trinity (Kutsal Teslis) ve Saint George Katedralleri var. Onun için bu şehre bir tam gün ayırmanız yeterli olacaktır.
Gezime şehrin ilk kurulduğu Entoto Tepesi’nden başladım. Ama burayı gezeceklere önerim bu tepeye gün batımına doğru çıkmalarıdır.  Çünkü sabah güneş karşıdan geldiği için, aşağıdaki Addis Ababa şehrinin fotoğraflarını tam istediğiniz gibi çekemeyebilirsiniz.

Gezilecek Yerler  :

*Entoto Tepesi   :

Şehrin kuzeyinde kalıyor. İmparator II. Menelik Addis Ababa’yı ilk bu tepede kurmuş. II.Menelik’in buradaki sarayı bugün bomboş. Açıkçası müze haline getirilebilirdi.
Yukarı çıkarken gördüğüm okaliptüs ağaçlarını II.Menelik Avusturalya’dan getirtmiş. Tepeden Addis Ababa’nın güzel bir panoramik görüntüsü hakim.

*Etnoloji Müzesi :

Bu müze Addis Ababa’ya gelenlerin ziyaret etmesi gereken yerlerin başında geliyor. Afrika’nın en güzel müzelerinden biri olarak kabul ediliyor. Müze 1975 yılında vefat eden son imparator Haile Selassie’nin Eski Sarayı içinde yer alıyor. Addis Ababa Üniversitesi kampüsü içindeki saray güzel bahçeler ve çeşmelerle çevrilmiş. 1929 yılında inşa edilmiş olan saray, 1963’de müzeye çevrilmiş. Haile Selassie ise kendine başka bir saray inşa ettirip oraya taşınmış.
Giriş holünde sarayın tarihine ilişkin küçük bir sergi bulunuyor. Müzeyi gezerken Etiyopya’nın çok zengin bir kültüre sahip olduğunu anlıyorsunuz. Sarayın odalarının yanı sıra, Haile Selassie’nin İtalyanlar tarafından eboni ve fildişinden yapılmış tahtını görüyorsunuz.
Müzeye giriş ücreti 100 Birr.
etiyopya - 2-Addis-Ababa *Ulusal Müze   :

Etnoloji Müzesi’nin ardından gittiğim kentin bu ikinci önemli müzesinde sergilenen eserler arasında hiç şüphesiz en önemlisi “Lucy” adı verilmiş 3,2 milyon yıllık insan fosili. Bu fosilleşmiş insan 1974 yılında Etiyopya’nın Afar bölgesinde keşfedilmiş. Ayrıca bu bölümde timsah, su aykırı fosillerini görüyorsunuz.
Üst katta art galeri var. Burada güzel resimler sergileniyor. Bir üst katta ise silahları, mücevherleri, müzik aletlerini, giysileri görebilirsiniz.
Müzeye giriş ücreti 100 Birr.
etiyopya - 3-Addis-Ababa*Holy Trinity Katedrali   :

Kentin en güzel yapılarından biri. Aynı zamanda Aksum’daki Sainte Mary of Zion’un ardından Etiyopya’nın ikinci önemli ibadet yeri. Katedralin içinde İmparator Haile Selassie ve eşinin Aksum stili granitten mezarları var.
Etiyopya’nın bu en büyük ortodoks kilisesi Haile Selassie tarafından 1941-1942 yılları arasında inşa ettirilmiş. Portekiz, Ermeni, Hint ve Grek mimarilerinden etkilenmiş. Ayrıca kilisenin ön cephesi dört melek ve dört İncil yazarının heykelleriyle süslü. İç kısımdaki önemli Etiyopyalı sanatçılara ait olan vitraylar çok güzel.
etiyopya - 4-Addis-Ababa etiyopya - 5-Addis-Ababa*St.George Katedrali     :

İmparator II.Menelik tarafından 1896’da İtalyanları Adwa’da büyük bir yenilgiye uğratmaları anısına yapılmış ve ülkenin aziz patronu, koruyucusu Aziz George’a adanmış. Neoklasik stildeki sekizgen formdaki katedral 1911 yılında tamamlanmış. İmparator Haile Selassie burada taç giymiş. Katedralin iç kısımdaki duvarları resimler ve mozaiklerle kaplı.
etiyopya - 6-Addis-Ababa*Yekatit 12 Anıtı  : 

Bu anıt, 1937’de Viceroy Graziani’nin hayatına kastedilmesine karşılık İtalyanlar tarafından işgal sırasında öldürülen binlerce masum Etiyopyalı anısına dikilmiş.
etiyopya - 7-Addis-AbabaBenim zamanım kalmadığı için gezemediğim Red Terror Müzesi, eğer zamanınız olursa gezmenizi önereceğim bir başka önemli müze. Burada İmparator Haile Selassie’nin iktidardan düşüşü sonrası, ülkede hakimiyeti ele olan komünist Derg rejiminin yaptığı katliamlara tanıklık ediliyor.

Addis Ababa’da Konaklama  :

Addis Ababa’da iki gece konakladığım Magnolia Hotel, trafik olmadığında havalimanına on dakika gibi bir mesafede. Oteli ve odamı beğendim. Gayet konforluydu. Sadece kahvaltısı zayıf. Zaten Etiyopya’da kalacağınız süre içinde otel kahvaltılarından pek fazla beklentiniz olmasın. Yumurta ve meyve (karpuz ve muz gibi)en çok tercih edebileceğiniz şeyler. Bu yüzden iyi ve sıkı bir kahvaltı yapmayı düşünenlerin yanında vakumlanmış peynir ve zeytin getirmelerini tavsiye ederim.

Addis Ababa’da Yeme – İçme  :

Etiyopya yemekler konusunda pek fazla beklenti içine girmemeniz gereken bir ülkeÖğle yemeğini rehberimin tavsiye ettiği Ulusal Müze yanındaki Lucy adlı bir lokantada yedim.
Yemeklerin lezzeti çok iyi olma da, idare eder nitelikteydi. Bir litrelik su ve habesha marka biranın her biri 30 Birr yani yaklaşık 1 USDS idi. Ana yemekler ise 150-220 Birr (5-7 USD)civarında.

Akşam yemek yediğim Fransız restoranı La Mandoline, Addis Ababa’nın en iyi restoranlarından biri. Burada Fransız spesialitelerinin tadına bakabilirsiniz. Otelim Magnolia’ya çok yakın mesafedeydi. Terası olan güzel bir mekan. Genelde turistler tercih ediyor. Yemeklerini başarılı bulduğumu söyleyebilirim.Bu yüzden öneriyorum. Etiyopya’da kaldığım iki haftalık süre boyunca en iyi yemek yediğim yerlerin başında geliyordu. Yalnız yemeklerin fiyatları diğer yerlere göre daha yüksek, 300 Birr (10 USD) civarında.

 

 

Önce Gondar’dan Simien Mountains’a geçtim. Orayı gezip bir gece konakladım. Ardından ertesi gün 360 kilometre mesafedeki Etiyopya’nın en eski başkenti Aksum’a devam ettim. Aksum, Etiyopya’nın en kuzeyinde yer alan şehri; Eritre sınırına çok yakın. Yolda ilk kez develere rastladım. Bu yolun devamında çölümsü topraklar başladığı için, sanırım develerle çok sık karşılaşacağım.
etiyopya - 25-AksumEtiyopya’ya gelenlerin ziyaret etmesi gereken yerlerden biri. Çünkü en kutsal ve en eski kent. Afrika’nın en eski krallığı olan Aksum Krallığı (MS.200-750) bu topraklarda doğmuş. Ayrıca milattan önceki yıllarda da burada kurulmuş eski medeniyetler varmış. Sonuçta burası çok eski ve tarihi bir şehir. Bir diğer önemi de, Hıristiyanlığın Etiyopya’ya girdiği yer olması. Aksum Kralı Ezane MS.4. yüzyılda Hıristiyanlığı kabul etmiş ve resmi dini ilan etmiş. Etiyopyalı Hıristiyanlar için büyük önemi olan Kutsal Ahit Sandığı Aksum’da bulunuyor.

Etiyopya’yı bölgelere ayırdığımızda (toplam 9 bölge var), burası Tigray bölgesi oluyor. Bu bölgede yaklaşık 7 milyon insan yaşıyor. Bölgenin en büyük şehri Mekele. Aynı zamanda Addis Ababa’nın ardından Etiyopya’nın ikinci büyük şehri. Ama Aksum içlerinde en görülmeye değer olanı.

Aksum’a öğleden sonra keyifli bir yolculuğun ardından vardım. Otelim Armah yeni bir otel; kentin ana caddesi üzerinde bulunuyordu. Aksum oldukça küçük bir kent. Tüm görülecek yerler birbirine yakın. Kent deniz seviyesinden yüksekliği 2100 metre civarında. Yüksek bir kent olmasına rağmen, hava bugün bir hayli sıcaktı; 34 derece dolaylarında. Otele yerleşmenin ardından kentte kısa bir tur attım. Ertesi sabah ise rehberimle buluşup Aksum’daki gezimize Obelisk Park’tan başladım.

 Gezilecek Yerler  :

*Dikilitaş Parkı     :

Daha önce Mısır ve İtalya’ya birçok kez gitmiş ve oralarda çok sayıda obelisk görmüştüm. Aksum’da gördüklerim onlardan farklıydı. Bunların dizaynı tipik Aksum mimari tarzındaydı. Sonuçta Mısır’dakiler kadar albenili değildi ama bu kent obeliskler açısından önemliydi. Arkeologların yaptığı bir araştırmaya göre, eskiden Aksum ve çevresinde 400’den fazla obelisk varmış.
Obelisk bir güç sembolüymüş. Her gelen kral daha büyüğünü yaptırmak istemiş. Üzeri dekore edilmiş olanlar krallar için yapılırken, üzerinde hiçbir süslemesi olmayanlar ise soyluluk ifade ediyor. Obelisklerin içine kraliyet ailesinin mezarları inşa ediliyor.
Obelisklerin yapıldığı dönem Hıristiyanlıktan önce. O zaman ay tanrısına tapınılıyormuş.
Tek parça kaya kütlesinden meydana gelen obeliskler bulunduğu yere taşınmasının ardından, önce oyularak dekore ediliyor ve sonrasında da ilgili yere dikiliyordu.
Bu park içinde bitirilmemiş bir obelisk te var. Dikilitaş Parkı’nda bir de küçük bir arkeoloji müzesi bulunuyor.
etiyopya - 26-Aksum*St.Mary of Zion Kilisesi  :

Hıristiyanlık Etiyopya’ya Aksum Kralı Ezana tarafından MS.4 yüzyılda getirilmesinden sonra, aynı yüzyıl içinde ilk olarak Hz.Meryem’e ithaf edilen St.Mary of Zion Kilisesi inşa edildi.  Bu aynı zamanda Afrika’nın ilk yapılan kilisesiydi. Daha sonra iki kez yıkılan kilise, her seferinde yeniden yapıldı. Son yapılışı 17. yüzyılda kral Fasilidas tarafından gerçekleşti. Buraya sadece erkekler girebiliyor.
etiyopya - 27-Aksum etiyopya - 28-AksumOnun karşısındaki yeşil kubbeli kilise ise 1955’de son imparator Haile Selassie’nin eşi tarafından İtalyanlara yaptırılmış. Onun yanında yeni bir kilise daha var. Şu anda Kudüs’ten getirilmiş orijinal Kutsal Ahit Sandığı bu iki kiliseden birinde saklanıyor. Hangisinde olduğunu kimse bilmiyor. Yan yana olan bu iki kiliseye zaten halkın girmesi yasak.
etiyopya - 29-AksumBurada büyük alanda bir de Haile Selassie’nin 1965’de yaptırdığı yeni katedral var. Burası modern bir mimari örneği; 3000 kişi kapasiteli. İnşası on sene sürmüş. Erkekler ve kadınlar buraya girebiliyorlar.

 *Kral Kaleb ve Kral Gebre Meskel Mezarları  :

Öğleden sonra, merkezin yaklaşık 2 km kuzey doğusundaki küçük bir tepede yer alan Gebre Meskel ve babası Kaleb’in yeraltındaki mezarlarını ziyaret ettim. MS.6. yüzyılda yaşamış ve hüküm sürmüş bu iki Hıristiyan kralın mezarları 1906 yılında Almanlar tarafından keşfedilmiş.
Aksum Kralı Kaleb döneminde Yemen’de Yahudi ve Hıristiyan çatışmaları baş göstermiş. Bunu duyan Kaleb 70 bin askeriyle Yemen’e gidip, Yahudileri yenmiş ve tekrar Aksum’daki sarayına geri dönmüş. Döndükten sonra da kendini Hıristiyanlığa adayıp keşiş olmuş.
Buradaki mezar taşları granitten ve Aksum’un 7 km kadar batısından buraya getirilmiş. Kaleb’in oğlu Gebre Meskel’e ait olan ikinci mezarda haç figürleri var. Bunları duvarlarda da görmekteyiz.
etiyopya - 30-Aksum*Kral Ezana’ın Yazıtı    :

Kral Kaleb ve Kral Gebre Meskel mezarlarının 2 km kadar ötesinde, aynı yol üzerinde. Kral Ezana’nın yazıtının 1988’de üç çiftçi tarafından bulunduğu küçük mekanı ziyaret ettik. Burada MS.4. yüzyılda Hıristiyanlığı kabul eden ilk kral Ezana’nın üç dilde (Sabean – Geze ve Yunanca) aynı metni bir sütun üzerine yazmış olduğunu görmekteyiz. Bu yazıt kralın düşmanları üzerindeki zaferlerini anlatmaktadır. Yazıtın bir bölümünde Savaş Tanrısı’na teşekkür edilmektedir. Bu da bu taşın Ezana’nın Hıristiyanlığı kabulünden önceye, yani MS.330-350 yılları arasına tarihlendiğini göstermektedir.
etiyopya - 31-Aksum*Swimming Pool of Queen Sheba :

Günün sonunda ziyaret ettiğimiz Kraliçe Saba’nın havuzunun MÖ.1000 yılında inşa edildiği düşünülüyor. Kraliçe Saba’yı Hz.Süleyman’ın ününü duyup, yanında götürdüğü değerli hediyelerle onu Kudüs’de ziyaret etmesinden biliyoruz.
Aslında burası bir havuzdan çok, yağmur sularının toplandığı bir sarnıç. 135 metre genişlikte ve 6-7 metre civarında bir derinliğe sahip olan bu sarnıç,  Aksum halkına su tedarik etmek için yapılmış. 1960 yılında yeniden inşa edilmiş. Ayrıca burası MS.4 yüzyıldan bugüne kadar tıpkı Gondar’daki Fasilidas Hamamı gibi Timkat Festivali sırasında kullanılmış. Zaten yukarıdaki haç burasının kutsal bir yer olduğuna işaret ediyor.
etiyopya - 32-Aksum

Karadağ seyahatimiz sırasında beş gün konakladığımız Budva, Kotor’dan 23 km uzaklıktaki bir sahil kenti. Kotor’dan çok daha büyük ve yaygın bir kent. Aynı zamanda Karadağ’ın gece hayatı en renkli ve canlı kenti konumunda. En fazla konaklama tesisi, bar, taverna, restoran ve kafeterya bu kentte var. Ayrıca yazın gelecekler için denize girebilecekleri çok sayıda plaj mevcut. Yaz festivalleri sırasında ünlü grupların verdiği konserler özellikle gençleri buraya çekiyor. Kısacası Budva için Karadağ’ın en gözde sayfiye yeri, en çekici turist destinasyonu tanımlamasını yapabiliriz. Özellikle Rus turistler Budva’yı tercih ediyor.
karadag - 12-BudvaBudva’nın yeni kenti bilindik çok katlı binalarla dolu olduğundan gezmek için pek ilginç değil. Düzensiz bir şekilde inşa edilmiş betonarme binalar, plansız bir büyümenin sonucu olarak ortaya çıkmış. Buna karşın son derece küçük olan surlar içindeki eski kent (Old Town-Stari Grad) görmeye değer güzellikte.

Budva eski kenti 2500 yıllık tarihi bir geçmişe sahip. Adriyatik kıyısındaki en eski yerleşimlerden biri. Bugünkü mimarisine baktığımızda, Kotor eski kentinde olduğu gibi, burada da Venediklilerin izlerini görmekteyiz. Zaten Budva 1420-1797 yılları arasında Venedik Cumhuriyeti’nin hakimiyeti altında kalmış. O dönemde Osmanlı saldırılarına karşı Venedikliler tarafından bugün hala ayakta olan surlarla çevrilmiş. Ardından 1814’den başlayarak 1918’e kadar Avusturya-Macar İmparatorluğu’na bağlanmış. I.Dünya Savaşı ardından Sırpların Budva’ya girmesiyle, kent Yugoslavya Krallığı hakimiyetine girmiş.

Yeni kent ve plajların biraz ilerisindeki tarihi surlar içinde kalan eski kenti (Stari Grad) mutlaka gezmek gerekir. Labirent gibi daracık sokakları, mimari dokusu iyi korunmuş tarihi yapılarıyla çok güzel. Aslında eski kent 1979’da depremden zarar görmüş olsa da, sonradan tüm yapılar orijinal planına sadık kalınarak restore edilmiş.

Eski Kent’te üç kilise bulunuyor. Bunlardan biri bir Ortodoks kilisesi olan, 1804 yılında inşa edilmiş Holy Trinity. Diğeri ise kulesi uzaktan bile fark edilen Vaftizci Yahya’ya adanmış St İvan Kilisesi. Kilise çok eski dönemde inşa edilmiş olsa da, daha sonraki yüzyıllarda birçok kez değişikliğe uğramış. Bugünkü kulesi barok döneme tarihleniyor.
karadag - 13-BudvaEski Kenti gezerken Budva Kalesi’ne çıkmak gerekir. Çünkü buradan eski kent manzarası, arka plandaki dağlar ve deniz ile çok hoş. Burada güzel fotoğraf kareleri yakalayabilirsiniz.

Budva’da Yeme – İçme  :

Budva’ın özellikle sahilinde birçok restoran var. Eğer balık, deniz ürünleri ya da deniz ürünlü makarna yemek istiyorsanız, benim önerim sahilde manzaralı güzel bir mekana sahip Jadran Restoran. Buranın en eskilerinden. Yemekleri lezzetli, fiyatlar makul. Ayrıca gerek eski kente, gerekse plajlara yürüme mesafesinde.
Surlar içindeki eski kentte de birçok restoran var. Benim buradaki tercihim bir İtalyan restoranı olan Pizzeria Sambra. Pizza fiyatları ortalama 10 euro civarında. Bu ülke için biraz pahalı olsa da, mekan ve yemekler için değer.
Eğer mekanın ve yemeklerin beğenildiği ve aynı zamanda fiyatların oldukça ucuz olduğu bir restoran arıyorsanız, Kuzina’yı kesinlikle öneririm. Bu restoran sahilde değil, iç kısımda bir sokak içinde kalıyor. İki akşam orada yedik ve memnun kaldık. Kaldığımız otele 7-8 dakika yürüme mesafesindeydi. Kalite-fiyat dengesinin çok iyi olması nedeniyle önünde devamlı kuyruk oluyor. Daha doğrusu bizim geldiğimiz saatlerde öyleydi. Çorbalar 2-3 euro, makarnalar 5-6 euro civarında. Tabii başka yemekler de var. Ayrıca servis oldukça hızlı.

*Sveti Stefan    :

Sveti Stefan, Budva’ya 6 km mesafede Karadağ’ın küçük bir yerleşimi. Budva’ya gelen hemen hemen herkesin uğradığı güzel bir mekan. Karadağ’ın en fazla fotoğrafı çekilen yerlerinden biri. Budva’dan minibüs ya da taksiyle 15 dakika gibi kısa bir sürede ulaşılıyor. Biz buraya Arnavutluk sınırı yakınındaki Ulcinj şehrini gezdikten sonra gelmiştik. Akşamüstü saat 17.00 dolaylarında geldiğimiz için çok iyi fotoğraf çekme imkanına sahip olamadık. Bu yüzden havanın güzel olduğu sabah saatlerinde gelirseniz, çok daha güzel fotoğraf kareleri yakalayacağınızı düşünüyorum.

Sveti Stefan ilk olarak 15. yüzyılda bir balıkçı köyü olarak kurulmuş. 1442 yılında Osmanlı’nın Balkanlara düzenlediği sürekli seferlerden korunmak için etrafını surlarla örmüşler. Bu küçük yerleşim 19 yüzyılda büyük bir gelişme göstermiş. Nüfusu giderek artmış. Fakat 20. yüzyılın başlarında ekonomik gücünü kaybedince, nüfus göçü de başlamış. 1950’li yıllarda giderek önemini kaybeden köyün turistik bir komplekse çevrilmesi fikri doğmuş. Sonuçta 1960’lı yıllardan itibaren buraya zengin ve ünlü kişiler akın etmeye başlamış.

Günümüzde ince bir geçitle karaya bağlanan adayı Aman Sveti Stefan grubu otel olarak işletiyor. Burası Karadağ’ın en özel oteli. Konukları arasında Hollywood yıldızları, devlet adamları, ünlü sporcular var. Ada her gün rehberli bir turla 12-16 arası 20 euro karşılığında gezilebiliyor. Adayı gezmenin diğer bir yolu ise, buradaki otelin restoranında önceden rezervasyon yaptırarak bir öğlen ya da akşam yemeği yemekten geçiyor. Menüdeki fiyatlar ise bir hayli yüksek. Menüyü incelediğimde, çorbaların 16 euro, makarnaların 25 euro, ana yemeklerin ise 35-40 arasında olduğunu görmüştüm.

Adanın hemen yanında gerek otel müşterilerinin faydalandığı ya da dışarıdan gelenlerin ücret karşılığı faydalanabileceği bir plaj var. Arka tarafa doğru yürüdüğünüzde orada da Villa Milocer diye bir tesis var. Burası bir dönem Yugoslavaya’nın devlet başkanı Tito tarafından da yazlık olarak kullanılmış. Villa Milocer Aman grubunun idaresinde ama orman ve bulunduğu koy halka açık.
Minibüs ile geldiğinizde, aşağıya doğru inerken, tepeden Sveti Stefan’ın kırmızı çatılı taş binalarıyla çok güzel bir panoramik manzarası karşınıza çıkıyor.
karadag - 14-Budvakaradag - 15-Budva

Perast, Kotor Körfezi’nin en ucundaki küçük bir yerleşim. Kotor’un birkaç kilometre kuzey batısında kalıyor. Burayı görür görmez çok beğendim. Hatta Kotor’a ilk gelişimde nasıl oldu da burayı atlamışım diye hayıflandım. Neyse kısmet bugüneymiş.
Buraya Kotor eski kentin Deniz Kapısı’ndan çıktıktan sonra, surların hemen önünden kalkan Blue Line minibüsleriyle yaklaşık 20-25 dakikada ulaşıyorsunuz.

Perast da, Kotor gibi 1420-1797 yılları arasında Venedik idaresinde kalmış. Bu nedenle bu küçük kasabada Venedik mimarisi hakim. Bu dönem içinde zengin ailelere ait barok saraylar ve kiliseler inşa edilmiş. Zaten bu dönem Perast’ın altın çağı olarak biliniyor.
karadag - 8-PerastPerast taş evleri, kiliseleri, sarayları ve daracık sokaklarıyla mimarisi göz alıcı bir yerleşim. Ama bunun yanında sakin, huzur dolu bir yer. Sahilde dolaşırken kendinizi huzurlu hissediyorsunuz.
Sabah Kotor’u gezdikten sonra, akşamüstü saatlerinde geldiğimiz Perast’ı kısa sürede keşfettik. Gün batımını sahilde bir şeyler içerek geçirmeden önce, hemen karşıda gezmemiz gereken Lady of the Rocks Adası vardı. Bence Perast’a kadar gelen herkesin bu güzel adayı gezmesi gerekir.

Our Lady of the Rocks (Kayaların Meryem’i) Adası, Karadağ’ın en çok fotoğrafı çekilen dört meşhur manzarasından biri olarak biliniyor. Buraya sahilden kalkan motorlu teknelerle beş dakikada ulaşılıyor. Gidiş-geliş için kişi başına ödenen ücret 5 euro. Tekne sizi orada yaklaşık 30 dakika kadar bekliyor. Bu süre içinde bu minik adayı ve buradaki kiliseyi gezebiliyorsunuz. Ayrıca buraya tekneyle gidip gelirken hem adanın, hem de Perast’ın denizden çok güzel fotoğraflarını çekme imkanına sahip oluyorsunuz.
Our Lady of the Rocks Adası karşısında küçük bir ada daha var. Burası turistik ziyarete kapalı olan ve üzerinde bir manastır olan St.George Adası. İçinde manastıra ait bir kilise ve çan kulesi var.
Lady of the Rocks Adası’na gelince, tamamen insan eliyle yapılmış. Günümüzde müzeye dönüştürülmüş hoş bir mimariye sahip kilisenin bulunduğu adanın yapılış hikayesi dini bir nedene dayanıyor. 15. yüzyılda geçen hikaye ise şöyle : Çıktığı seferden dönen denizci, adanın şu an bulunduğu yerde bir Bakire Meryem ikonası bulur. Sonrasında Perast halkı seferden dönen denizciler için bu noktaya gelip taş atmaya başlar. Zamanla biriken bu taşlar bir adacık meydana getirir. Bu gelenek hala 22 Temmuz’da düzenlenen Fasinada Festivali ile yaşatılmaktadır.

Adadaki kilise Bakire Meryem’e adanmış. Kilise ve üzerinde bulunduğu ada bugünkü haline 1630’da kavuşmuş. 1667’de meydana gelen depremde büyük hasar görünce, aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Kilisenin oluşmasına neden olan Meryem ikonası mihrabın ortasında yer almaktadır. Zamanında seferden sağ salim dönen denizciler, denizdeki maceralarını gümüş sikkeler üzerine basarlarmış. İşte bu gümüş sikkeler bugün kilisenin duvarlarını süslemektedir.
karadag - 9-Perastkaradag - 10-Perastkaradag - 11-Perast

Eski Yugoslavya’yı oluşturan yedi cumhuriyetten biri olan Karadağ’a bundan önce iki kez gitme fırsatı bulmuştum. Bunlardan biri turist rehberi olarak gittiğim Balkan turu sırasındaydı. Arnavutluk’tan Karadağ’a geçmiş ve burada Kotor ve Budva gibi iki önemli şehri gezdikten sonra, Hırvatistan’ın Adriyatik kıyısındaki güzel kenti Dubrovnik’e devam etmiştim. Bu sefer iş için değil, ailemle birlikte gezmek amaçlı gidiyordum. Muhteşem bir coğyafyaya sahip Balkanların bu küçük ülkesinde beş tam gün geçirecektik. Daha önce iki kez gezdiğim Kotor, Budva ve Sveti Stefan gibi yerleşimlerin dışında, merak ettiğim Durmitor Milli Parkı, Ulcinj, Cetinje ve Kotor’un hemen yanı başındaki Perast’ı da gezi programına almıştım.

Beş gece konaklayacağımız oteli Budva’da seçtim. Bunun nedeni, Budva’nın canlı, hareketli bir şehir olması ve bir de buradan diğer şehirlere ulaşımın daha kolay olmasıydı. Türk Hava Yolları’nın İstanbul’dan bir buçuk saat kadar süren uçuşuyla güzel bir yolculuktan sonra akşam saatlerinde indiğimiz Podgorica Havalimanı’ndan doğruca taksiyle Budva’daki otelimize hareket ettik. Başkent Podgorica’nın gezmeye pek değer bir şehir olmaması nedeniyle programa dahil etmeyi düşünmemiştim.

Genel Bilgiler   :

*Karadağ’ın doğusunda Arnavutluk ve Kosova, kuzeyinde Sırbistan, batısında Hırvatistan ve Bosna Hersek, güneyinde ise Adriyatik Denizi yer almaktadır.
*Ülkeye Avrupalılar “Montenegro”, Karadağlılar ise “Crna Gora” diyorlar.
*Ülkenin başkenti Podgorica. Nüfusu 150 bin civarında.
*Yüzölçümü 13812 km2.
* Ülkenin nüfusu yaklaşık 622 bin kişiden (2017’de)oluşuyor. Bunun %43 kadarı Karadağlı olup, % 32 oranında Sırp nüfus var. Nüfusun diğer kısmını ise Arnavutlar, Bosnalılar ve Hırvatlar oluşturmaktadır.
*Ülkedeki insanların büyük çoğunluğu, hemen hemen %75 kadarı Ortodoks Hıristiyan. Bunu Müslüman nüfus izliyor. Biraz da Katolik var.
*Karadağ, Avrupa Topluluğu’na girme aşamasında. Şu anda Türk vatandaşları için vize gerekmiyor. Ama Avrupa Topluluğu’na dahil olduktan sonra, bu ülkeye de Schengen vizesi ile girilebilecek. Bu yüzden vize problemi ile karşılaşmadan gidip gezmek lazım.
*Ülkede para birimi olarak Euro kullanılıyor.

Karadağ’a Nasıl ve Ne Zaman Gidilir   :

THY’nın ve Pegasus’un İstanbul’dan Podgorica’ya direk seferi var. Uçuş süresi yaklaşık 1 saat 30 dakika.
Nisan-Ekim arasındaki bahar ve yaz ayları Karadağ’ı gezmek için en uygun dönemdir. Kışlar genelde soğuk ve yağışlı geçtiğinden pek tavsiye etmem.

Havalimanından Kent Merkezine Ulaşım  :

Podgorica havalimanından Budva, Kotor ya da bir başka şehre gidecek olanlar için Montenegro Taksi’yi öneririm. Son derece güvenli ve dakik bir firma. Şöförleri de iyi. Podgorica havalimanından Budva’daki otelimize gidiş ve dönüşte bu firmanın taksisini kullandık ve çok memnun kaldık. Yaklaşık 65 km bir mesafe için 30 euro gibi makul bir ücret ödedik. Yalnız gelmeden rezervasyon yaptırmanız, geliş gün ve saatinizi firmaya bildirmeniz gerekmektedir.
Bir diğer alternatif ise havalimanındaki bir rent a car firmasıyla anlaşıp araç kiralamak. Budva’dan diğer şehirlere ulaşım oldukça rahat. Sık aralıklarla otobüs ya da minibüs olduğundan, araç kiralamayı düşünmedik.

Karadağ’ın Tarihi   :

*Roma ve Bizans dönemlerinin ardından Karadağ’ın 12. yüzyılda Sırp egemenliğine girdiğini görmekteyiz.
*1389’da Sırpların Osmanlı Devleti’ne yenilmesinin ardından, Karadağ’ın büyük bir kısmı bağımsızlığını korumuş.
*1878’deki Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti Balkanlardaki topraklarının büyük bir kısmını kaybetmiş. Bu dönemde Karadağ’ın bağımsızlığını tanımış ve ülkenin sınırları iki katına çıkmış.
*1912-1913 Balkan savaşları sırasında Osmanlı’ya karşı Sırbistan ile birleşen Karadağ, bu savaşta topraklarını genişleterek Sırbistan’a komşu olmuş.
*1918’de I.Dünya Savaşı bitiminde Karadağ’dan çekilen Avusturya-Macaristan birliklerinin yerini Sırp ordusu almış. Böylece Karadağ Sırbistan’a katılmış.
*1946’da yapılan federal anayasa ile Karadağ, Yıugoslavya’yı oluşturan altı özerk federe birimden biri olmuş.
*Bosna Savaşı’nda Sırpların yanında yer alan Karadağ, 1996’da Sırbistan ile bağlarını kopartmış.
*Yapılan referandum sonrası bağımsızlık kararı alınmasının ardından, 3 haziran 2006’da Karadağ Parlamentosu ülkenin bağımsızlığını ilan etmiş.

Karadağ’ın Ekonomisi  :

Hizmet sektörünün tarım ve sanayiye göre ekonomideki payı çok büyük. Bu sektördeki en büyük pay ise yaklaşık %22 ile turizmden geliyor. Kısacası turizm gelirlerinin ülke ekonomisine katkısı büyük. Her yıl yaklaşık 2 milyon civarında turist ülkeyi ziyaret ediyor.

Karadağ’da Konaklama   :

Karadağ’da konaklamak için bence iki seçenek var. Ülkenin en güzel iki kentinden birini merkez olarak seçmelisiniz. Bunlar Kotor ve Budva. Ben ilk gelişimde Kotor’da konaklamıştım. Bu son gidişimde ise Budva’yı tercih ettim. Bana sorarsanız Budva ulaşım kolaylığı, restoranlar, konaklama tesisleri ve barların bolluğu açısından daha ağır basar. Budva’da kaldığımız Hotel Jovana, son yıllarda en çok beğendiğim konaklama tesislerinden biri oldu. Gerek otelin sahibi Marina, gerekse oğlu Vladimir çok ilgili ve güleryüzlüydü. Bizim rahatımız için ellerinden geleni yaptılar. Bir daha buraya yolum düşse, kesinlikle bu otelde kalırım. Bu yüzden tüm gezginlere tavsiye ediyorum. Otel otobüs terminaline yaklaşık 10 dakika, Budva eski kente ise 25 dakika yürüme mesafesinde. Üç kişilik oda için kahvaltı dahil günlük 100 euro ödedik. İlk geldiğimiz akşam bize yemek ikram etmeleri de büyük bir misafirperverlik örneğiydi. Açıkçası bizim için sürpriz oldu.

Karadağ’da Yeme – İçme  :

Budva, Kotor, Ulcinj gibi Adriyatik Denizi kıyısındaki şehirlerde balık ve deniz ürünleri bolca tüketilmektedir. Bunun yanı sıra makarna, pizza gibi İtalyan yemeklerinin yapıldığı çok sayıda restoran vardır. Kısacası Akdeniz ve özellikle İtalyan mutfağı ağırlıklı yemekler söz konusu.
Fiyatlar birçok Avrupa ülkesine oranla şimdilik daha ucuz. Ama Avrupa Topluluğu’na girdikten sonra büyük ihtimalle giderek daha pahalı bir ülke olacaktır.

Karadağ’ın kuzeyindeki Durmitor Milli Parkı öteden beri gitmeyi düşündüğüm bir yerdi. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan bu doğa harikası yeri görmek istiyordum. Bu ülkeye daha önceki gelişlerimde buna fırsat bulamamıştım. Bu sefer Karadağ’daki bir günümü buraya ayırdım. Araba kiralayıp gitmek biraz zaman kaybına yol açacağı için, çok iyi bir program sunan Kotor eski kentteki “360 Monte” adlı seyahat acentesini tercih ettim. Kişi başı bu tam günlük tur için 50 euro ödedik. Buna sabah kahvaltısı, akşam yemeği ve milli park giriş ücreti dahil değildi. Turun sonunda gerek gördüğümüz çok güzel yerlerden, gerek turun organizasyonundan ve gerekse Miloş adlı rehberimizin anlatımından çok memnun kaldık.
Tura katılan bizimle birlikte 19 kişi vardı. Gidiş-geliş olarak 450 km civarında bir yol yapacaktık. Sabah saat 07.00’de Kotor eski kent surları önünden minibüsle hareket ettik. Sabahın erken saatlerinde çiselemeye başlayan yağmur, daha sonrasında güneşli bir havaya yerini bıraktı. İlk fotoğraf molamızı Perast’da, ikincisi ise çok güzel bir koy manzarasına sahip Risan’da verdik. Daha sonra Niksic adlı yerleşimde sabah kahvaltımızı yaptık.

İlk gezi noktamız Tara Kanyonu ve onun 172 metre yukarısından geçen Tara Köprüsü oldu. 144 km uzunluktaki Tara Nehri Karadağ’ın en uzunu. Köprüden baktığımızda aşağıdaki nehirde rafting yapanlar vardı. Rehberimizin söylediğine göre dünyanın en derin kanyonlarından biri olan Tara Kanyonu rafting tutkunlarının favori yeriymiş. Ayrıca burada 20 euro karşılığında zipling yapma imkanı var.
Tara Köprüsü’nü 1937-1941 yılları arasında Montenegrolu bir Sırp olan mimar Lazarovich inşa etmiş. Köprüyü bir uçtan diğerine yürüdüm. Tara Kanyonu ve çevresindeki manzara çok güzeldi.

karadag - 16-DurmitorBuradaki 35 dakikalık molamızın ardından Zabljak’a devam ettik. Bu şehir Durmitor Milli Parkı’na en yakın yerleşim yeri. Önce Durmitor Milli Parkı’na giriş yapıp buradaki 18 buzul gölden en güzeli olan Karagöl’ü (Black Lake) görecektik. Yürümesi son derece keyifli 600 metre uzunluğundaki ağaçlıklı bir yolu geride bırakarak Karagöl’e ulaştık. Karşılaştığım manzara inanılmaz güzellikteydi. Çevresinde yemyeşil ormanlık bir alan, arka planda yükselen dağlar ve yeşil renkteki bir göl. Gerçekten doğa harikası, huzur dolu bir yerdeydim.
Burada rakım 1550 metre civarında; gölün çevresi ise 1100 metre. Gölün çevresinde biraz dolaştık ve bol bol fotoğraf çektik. Şansımıza güzel hava burada keyifli zaman geçirmemizi sağladı. Bu arada gölün suyu oldukça temiz. Hava biraz serin olmasına, bu havaya alışık olan iki Rus kadın gölde yüzüyordu.
karadag - 17-Durmitor

karadag - 18-Durmitor

karadag - 19-Durmitor

Verilen bir saatlik zaman sonrası, göle pek de uzak olmayan Ora restoranda öğle yemeğini yedik. Ardından dönüşe geçildi. Dönüşü farklı yoldan yapıp, yolumuz üzerindeki Ostrog Manastırı’nı gezecektik. Manastır yoluna girdikten sonra, oldukça virajlı ve iki arabanın aynı anda bazı yerlerde geçemeyeceği kadar dar yollardan tepedeki manastıra kadar tırmandık. Kayalara oyulmuş olan manastır, konumu ile bana ülkemizdeki Sümela Manastırı’nı hatırlattı. Manastır 17. yüzyılda inşa edildiğinde tabii ki bu yollar yoktu. Osmanlı tehlikesine karşı manastırı ulaşımı son derece zor olan, saldırılara karşı güvenli bir yerde inşa etmişlerdi. Ostrog Manastırı 1923-1926 yılları arasında yenilenmişti.

Günümüzde buraya çok sayıca Ortodoks hacı geliyor. Ziyaretimiz sırasında yatak ve yorganlarını getirip manastır önünde yatanlara bile rastladık. Halen keşişlerin yaşadığı bu Sırp Ortodoks manastırı dindar Hıristiyanlar için son derece önemli bir hac yeri. Manastırı kuran Aziz Basil’in vücudundan bazı parçalar eğilerek girilen bir şapelde saklanmakta. Yukarıdaki küçük kilisenin duvarlarında freskler var. Bu yüzden içeride fotoğraf çekmek yasak.
karadag - 20-DurmitorKotor’a döndüğümüzde saat 21.00’i bulmuştu. Güzel, keyifli ve görsel yönden beni tatmin eden bir gezi olmuştu. Karadağ’a gelindiğinde sadece Kotor, Budva gibi bilinen kentleri gezmekle kalmayıp, başta Durmitor Milli Parkı olmak üzere ülkenin farklı güzelliklerini de keşfetmek gerektiğini düşünüyorum.

error: