Author

Mehmet Muammer ERTAN

Browsing

Bence Karadağ’ın tartışmasız en güzel kenti Kotor. Tarihi dokusu bugüne kadar çok iyi korunmuş. 1979’dan beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer almakta olup, Güneydoğu Avrupa’nın en iyi korunmuş ortaçağ kentlerinden biri. Bu küçük tarihi kent Kotor Körfezi’nin kıyısında yer almakta olup, Venedik Cumhuriyeti tarafından inşa edilmiş surlarla çevrilmiş. Kentin mimarisinde Venedik etkisinin hakim olduğu görülüyor. Çok hoş mimarisi, güzel kiliseleri, taş evleri ve daracık sokaklarıyla görülmeye değer güzellikte bir kentten söz ediyoruz. Bu nedenle kenti çok fazla turist ziyaret ediyor.

Kentin en güzel yanı şüphesiz Kotor Körfezi. Burası Adriyatik Denizi kıyısındaki doğal bir fiyord olarak nitelendiriliyor. Doğal bir liman olan Kotor, dar boğazlarla birbirine bağlanan dört koydan oluşuyor. Kotor Körfezi’ni yukarıdan seyretmek için kaleye tırmanmak gerekiyor. En güzel manzarayı buradan yakalayabilirsiniz. Ayrıca sahil boyunca ilerlerken  çok hoş manzaralarla karşılaşıyorsunuz.

*St.John Kalesi   :    

Kotor’a gelindiğinde ilk yapılması gereken şey, dağın tepesindeki kaleye çıkmaktır. Çıkış biraz zorlu, yaklaşık 45 dakika kadar sürüyor. En tepeye kadar çıkamayacak olsanız bile, kilisenin biraz daha üst noktasına kadar çıkmanızı öneririm. Tepeden manzara gerçekten nefis. Tüm Kotor kenti (eski ve yeni kent) ve körfezi ayaklarınızın altında uzanıyor. Bu nedenle çıktığınıza kesinlikle değiyor.
Kaleye sabahın erken saatlerinde ya da en azından öğleden önce tırmanmak, sıcaktan daha az etkilenmenizi sağlar. Ayrıca erken saatlerde çıkıldığında, çok daha güzel fotoğraf kareleri yakalarsınız. Kaleye çıkış ücreti kişi başı 8 euro.
karadag - 1-Kotor *Eski Kent (Old Town) :

Kaleye çıktıktan sonra surlar içindeki eski kenti gezmelisiniz. Kent surları gerçekten görkemli. Eski kente üç kapıdan giriş yapabiliyorsunuz. Ana giriş batıdaki 16. yüzyıla tarihlenen Deniz Kapısı. Girdikten sonra mimari dokusu çok iyi korunmuş tarihi bir kent ile karşılaşıyorsunuz. Hayran kalmamak mümkün değil.
karadag - 3-KotorÜç kapılı bu küçük kenti korumak için dağlara doğru yapılmış olan surların uzunluğu 4,5 km. Deniz Kapısı’nın tam karşısındaki Saat Kulesi 1602 yılında inşa edilmiş. Kulenin bulunduğu ana meydanın çevresinde restoran ve kafeteryalar var.
Yaklaşık 2000 yıllık tarihi geçmişi olan bu kentte romanesk, gotik, Rönesans, barok gibi farklı mimari üsluplarla inşa edilmiş yapılar bulunuyor. Bunlar içinde kentin katedrali, kiliseler, ve saraylar yer alıyor. Yeşil pancurlu evleri ve daracık sokaklarıyla kentin Venedik’e benzer kısımları var.
Taş döşeli daracık sokaklarında ve bu sokaklara açılan küçük meydanlarda dolaşarak bu yapıları keşfedebilirsiniz. Yürüyerek kısa bir sürede eski kenti gezebiliyorsunuz. Daha sonra da bir kafeterya ya da restoranda oturarak hem yorgunluğunuzu atıp, hem de burada bulunmanın keyfini yaşayabilirsiniz.
karadag - 4-Kotorkaradag - 5-Kotor karadag - 5-A-Kotor*Aziz Triphon Katedrali  :

 Meydandaki Aziz Triphon Katedrali kentin en önemli ve en güzel yapılarından biri. Kentin koruyucusu Aziz Triphon onuruna 1166 yılında inşa edilmiş. Karadağ’daki iki Katolik katedralden biri. Romanesk üslupla yapılmış katedral, 1667’deki depremden ciddi şekilde zarar gördüğü için, yeniden inşa edilmiş. Fakat yeteri kadar fon bulunamadığından bir kulesi daha kısa kalmış. 1979’daki deprem de katedrale epey bir zarar vermiş. Sonrasında iç kısmı restore edilmiş.
karadag - 6-Kotor*Aziz Luka Kilisesi :

Bir diğer meydandaki bu küçük kilise 1195 yılında İncil yazarlarından Aziz Luka adına inşa edilmiş. Kilisenin tabanında şehrin ileri gelenleri ile din adamlarına ait mezarlar bulunmaktadır.
karadag - 7-KotorBunların dışında görülmesi gereken kiliselerden biri de bir Ortodoks Sırp kilisesi olan 1909 yılında inşa edilmiş St.Nicolas’dır. Bu kilise de küçük bir meydana bakmaktadır.
Kotor’da 15-18 yüzyıllar arasına tarihlenen, çoğunluğu barok mimari üslupla inşa edilmiş saraylar var. Bunlar günümüzde farklı amaçlarla kullanılıyor. Örneğin 1732 yılına tarihlenen Grgurina Sarayı bugün Denizcilik Müzesi (Maritime Museum) olarak hizmet veriyor.

Kotor’a Nasıl Gidilir  :

Bu nereden geleceğinize bağlı. Kotor’da konaklamayı düşünüyorsanız, Podgorica havalimanından ya taksi ile ya da araba kiralayarak Kotor’a ulaşabilirsiniz. Araçla 1,5 saat kadar sürüyor.

Şayet bizim yaptığımız gibi Budva’da konaklıyorsanız, o zaman Budva otobüs terminalinden belli saatlerde kalkan otobüse binerek Kotor’a ulaşabilirsiniz. Budva-Kotor arası 23 km. Bu mesafeyi otobüsler trafik durumuna göre 30 ya da 45 dakikada alıyorlar. Yalnız sabah saatlerinde otobüsler bazen dolu olabiliyor. Ayakta kalmak istemiyorsanız, kalkış saatinden önce terminalde olmakta fayda var. Bileti otobüse binmeden, oradaki gişeden alıyorsunuz. Kişi başı 4 euro.

Hırvatistan’ın Dubrovnik kentinden de Kotor’a direk otobüs var. Yolculuk yaklaşık 2 saat sürüyor. Yine Bosna Hersek’in güzel kenti Mostar’dan da Kotor’a günde iki otobüs seferi olduğunu ve yolculuğun yaklaşık 6 saat sürdüğünü biliyorum.

Kotor’da Yeme-İçme :

Karadağ’ın özel bir mutfağı yok. Balık, deniz ürünleri ve İtalyan yemeklerinin servis edildiği Akdeniz mutfağı ağırlıklı restoranların çoğunlukta olduğunu söyleyebilirim.
Kotor Eski Kent’te daha önce birkaç kez yemek yemiş biri olarak, bazı restoran isimleri vermek istiyorum. Tabii gezerken keşfedebileceğiniz başka restoranlar da olacaktır.

İlk geldiğimiz gün öğlen yemek yediğimiz Konoba Scala Santa bunlardan biri. İç kısmı gayet güzel dekore edilmiş, ortaçağ havasında bir mekan. Hava sıcak olunca terasta oturduk. Balık ve deniz ürünleri ağırlıklı bir menü var. Bunların dışında tavuk, et, makarna, çorba gibi birçok seçenek var. Biz farklı soslarla hazırlanmış makarnalardan seçtik ve yediklerimizin lezzetinden memnun kaldık.
Bastion, Kotor’a ilk gelişimde akşam yemek yediğim, surların yanında güzel bir mekandı. Yine deniz ürünleri, balık ve Akdeniz mutfağı üzerineydi. Gerek yediğim balık, gerekse deniz ürünleri gayet başarılıydı.
Biraz pahalı olmasına rağmen, deniz ürünlerinin lezzetli ve manzarasının özellikle gün batımında çok güzel olduğu Galion bir diğer seçenek olabilir. Buraya ulaşmak için Eski Kent’ten marinaya doğru biraz yürümeniz gerekecektir.

Bundan önceki gelişlerimde Ulcinj’e uğramamıştım. Bu sefer ülkenin doğusunda, Arnavutluk sınırı yakınındaki Ulcinj’i gezi programına aldım. Buraya Budva’dan bindiğimiz otobüsle yaklaşık 2 saatte ulaştık. Kişi başı ödenen ücret tek gidiş için 7 euro.
Ulcinj Arnavutların yoğun olarak yaşadığı, yaklaşık 30 bin kadar bir nüfusa sahip şehir. Bu yüzden kentte hatırı sayılır bir Müslüman nüfus mevcut. Kent merkezi terminale biraz uzak olunca, zaman kaybetmemek için bir taksiye binmek zorunda kaldık. Tesadüfen şöför Arnavuttu. Onun söylediğine göre kentte toplam 7 tane cami varmış.
Aslında Ulcinj plajlarıyla meşhur bir şehir. Eski kentin hemen yanı başında güzel bir plaj vardı. Hava sıcak olunca, birçok kişi denize giriyordu. Aslında bizim de niyetimiz burada denize girmekti. Ama bir hayli zaman kaybedeceğimiz için, sadece eski kenti gezmek ve buradaki bir restoranda öğle yemeği yemekle yetindik.
Ulcinj’deki gezimize eski kentteki kaleden başladık. Kale bayağı harap vaziyetteydi. Buradaki 1510 yılından kalma kilise, 1693’de camiye çevrilmiş. Yıkık minaresi halen ayakta. Günümüzde ise burası arkeoloji ve etnografya müzesi olarak hizmet veriyor. Hemen kalenin çıkışındaki 17. yüzyıl tarihlenen tarihi çeşme, kent Osmanlı idaresi altındayken zengin bir aile tarafından yaptırılmış.
karadag - 21-UlcinjKaleden sonra son derece küçük olan eski kentte biraz dolaştık. Bazı taş evlerin ve daracık sokakların dışında pek fazla görülmeye değer bir şey yok. Zaten oldukça küçük.
Ardından öğle yemeği için  Dulcinea adlı restoranı tercih ettik. Manzarası çok güzeldi. Surlar içindeki eski kentten aşağıdaki yeni kente ve küçük plaja bakıyordu. Menüsü balık ve deniz ürünleri ağırlıklıydı. Zaten biz de büyükçe bir deniz levreği ile yanında mevsim salatası siparişi verdik. Bir de deniz ürünlü risotto söyledik. Hepsi çok başarılıydı. Ödediğimiz hesap ta böyle bir mekan ve yemekler için oldukça uygundu. Her ne kadar Ulcinj şehir olarak beklentilerimi tam olarak karşılamasa da, burada yediğimiz keyifli bir öğle yemeği benim için güzel bir anı olarak kalacaktı.
karadag - 22-Ulcinj

Selanik kendimi iyi hissettiğim şehirlerden biri. Bunun nedenlerine gelince, Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu evin bu şehirde olması, kendimi buraya yakın hissetmemi sağlıyor. Diğeri ise bu şehrin Kordon Boyu ile bana İzmir’i hatırlatması; özellikle de çocukluğumun İzmiri’ni.

Bu şehre ikinci kez geliyordum. İlk gelişim seneler önce 1997’deydi. Ama o günden bugüne pek bir değişiklik olmamış gibiydi. Sadece bazı yerlerde yeni barlar, kafeler, butikler  açılmıştı. Tarihi yerler ise her zamanki gibi iyi korunmaya devam ediyordu. Atatürk’ün doğduğu ev dışında, burada bazı önemli Ortodoks kiliselerini ziyaret edecektim. Zaten bu şehirde görülmeye değer en önemli tarihi yapılar da işte bu kiliselerdi.

Selanik, Atina’dan sonra Yunanistan’ın ikinci büyük şehri. Ülkenin ise Pire’den sonra ikinci büyük limanı. Sanayi ve ticaret şehri. Belki tarihi bir kent değil; hatta modern yapıların yoğun olduğu bir kent ama Bizans kiliselerinin güzelliği dikkat çekici. Bunun yanı sıra son derece hareketli ve canlı bir şehir olması, benim gibi birçok kişinin Selanik’de keyifli zaman geçirmesine yol açıyor. Özellikle şehir yazın akşam saatlerinde hareketlenmeye başlıyor. Kordon Boyu’ndaki barlar, kafeler, restoranlar gerek turistler, gerekese Yunanlı gençler tarafından hınca hınç dolduruluyor. Eğlence geç saatlere kadar sürüyor.

Şehrin kozmopolit bir yapısı var. Bu şehrin tarihi geçmişiyle ilişkili. Selanik 15. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin eline geçtikten sonra, giderek farklı uluslardan insanların yaşadığı bir kent haline gelmiş. Bu topluluklardan en önemlisi Yahudiler olmuş. 1492’de İspanya’dan kovulan Sefarad Yahudileri bu şehre gelip yerleşmiş. Uzun yıllar Selanik Akdeniz’in en önemli Yahudi metropollerinden biriymiş. Günümüzde ise buradaki Yahudi nüfus artık yok denecek kadar az. 1924’deki mübadele öncesi burada büyük bir Türk nüfusun da yaşadığını biliyoruz.

Selanik yürüyerek rahatça gezilebilecek bir kent. Kentin merkezi Aristoteles Meydanı. Gece ışıklandırması gayet iyi.
yunanistan - 17-Selanik.jpgKentin merkezindeki cadde ise Egnatias. Bu cadde Selanik kentini ikiye bölüyor. Bu hareketli cadde ve onun paralelindeki cadde ve sokaklar butikler, dükkanlar, restoranlar, barlar ve kafelerle dolu. Konaklayacağımız oteli de kentin merkezi olan bu bölgede seçmiştim. Öğle saatlerinde Tourist Hotel’e yerleşmenin ardından kenti keşfe çıktık. Tabii ilk başladığımız yer Atatürk’ün doğduğu ev oldu.

Selanik’de Kaç Gün Kalınır :

Selanik’i keyfini çıkararak gezmek için bu şehre iki tam gün ayırmalısınız. Tabii benim gibi yazın geldiğinizde, Selanik’e arabayla yaklaşık iki saat mesafedeki plajlarıyla ünlü sayfiye yeri Halkidiki Yarımadası’na da en az bir gününüzü ayırabilirsiniz.

Selanik’de Nerede Kalınır  :

Selanik’de her bütçeye uygun çok sayıda otel var. Ben her yere yürüme mesafesinde olması açısından merkezi bir otel seçtim. Üç yıldızlı Tourist Hotel mükemmel konumu, ideal oda büyüklüğüyle bizim için uygundu. Kalite-fiyat dengesi de iyiydi.

Selanik’in Tarihi    :

*Makedonya kralı II.Philip kazandığı zaferden sonra, bunu kutlamak için kızına Thessalonike (Tesalyalıların zaferi anlamına gelir) ismini vermiştir. Sonrasında Thessalonike Makedon general Kassandros ile evlenir. MÖ.315 yılında Kassandros’un kurduğu Selanik şehrine Thessalonike’nin ismi verilir.
*MÖ.2 yüzyılda Romalılar tüm bölgeyi fethettikten sonra, Selanik imparatorluğun doğu başkenti olur. Roma İmparatorluğu MS.395’de ikiye ayrıldıktan sonra, bu defa Bizans’ın İstanbul’dan sonra ikinci kenti olur.
*1430 yılında Osmanlı Selanik’i ele geçirir ve kent 1912 yılına kadar Türk hakimiyetinde kalır.
*1492’de İspanya’dan çıkartılan Sefarad Yahudileri Osmanlı tarafından bu kente yerleştirilir.
*1821-1827 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bağımsızlık mücadeleleri verildi. Selanik bu dönemde entrikaların döndüğü gizli şirketlerin, isyancıların, reformistlerin şehri oldu.
*1881’de modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bu kentte dünyaya geldi.
*1917’de büyük bir yangın geçiren kentin üçte ikisi yandı.
*1923’de mübadele dönemi yaşandı. Burada yaşayan Türkler anavatana dönerken, Anadolu’da yaşayan Yunanlılar Selanik’e yerleşti.
*II.Dünya Savaşı yıllarında burada yaşayan 45 bin civarında Yahudi Almanlar tarafından Toplama Kamplarına gönderildi.
*1997’de Selanik Avrupa Kültür Başkenti seçildi.

*Selanik’de Yeme – İçme  :

Selanik’te lezzetli ve damak tadınıza uygun yemek yiyebileceğiniz çok sayıda yer var. Zaten Türk ve Yunan mutfakları arasındaki benzerliliği sanırım söylemeye gerek yok.

Restoranların birçoğu Ladadika ve liman bölgesinde toplanmış. Bunlar arasında benim favori yerlerimin başında Sempriko adlı restoran geliyor. Yemekler oldukça lezzetli, servis iyi ve buna karşın yemek fiyatları da uygun. Kısacası ödediğiniz paranın karşılığını fazlasıyla alıyorsunuz.

Bir diğer mekan, restoranların arka arkaya sıralandığı sokağın sonunda, meydana bakan Full Tou Meze. Salataları, mezeleri ve deniz ürünleri lezzetli. Burada baby kalamarı öneririm.

Ayrıca buradaki meydanda ve sokak içinde çok sayıda restoran ve taverna var.

Selanik’te Beyaz Kule çevresinde de çok sayıda restoran bulunuyor. Eğer Yunan yemekleri yerine tercihiniz pizza, makarna gibi bir İtalyan yemeği olacaksa, bu bölgedeki Famigliano Pizza iyi bir seçim olabilir. Yine Beyaz Kule’yi karşıdan gören Zytoz Ntope bir diğer seçenek.

Kordon Boyu dediğimiz sahil şeridinde de gündüz ya da akşam yemeği sonrası keyifli zaman geçirebileceğiniz çok sayıda şık bar ve kafeler sıralanmış. Bunların bazılarında canlı müzik de var.  Kısacası Selanik hoş vakit geçirebileceğiniz yaşayan, canlı bir şehir.

Selanik’de Gezilecek Yerler  :

*Atatürk’ün Evi  :

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün 1881’de doğduğu bu evi ziyaret etmek her Türk’ün arzuladığı bir şeydir. Ben de ilk gelişimde olduğu gibi, yeniden bu evi ziyaret etmekten dolayı mutluydum. Daha doğrusu bu sefer özellikle kızımın görmesini arzu ediyordum. Bunu gerçekleştirmiş oldum.

Günümüzde müzeye dönüştürülmüş olan bu üç katlı evde, Atatürk’ün şahsi eşyalarıyla birlikte, mobilyalar da sergileniyordu. Ama ikinci gelişimde üzülerek gördüm ki, restore edildikten sonra evin tarihi dokusu bozulmuş ve buradaki eşyaların büyük bir kısmı Türkiye’de başka bir müzeye nakledilmiş. Neredeyse birkaç parça dışında hiçbir şey kalmamış. Kısacası müze kuşa döndürülmüş. Eski halini bilenler, yeni halini gördükten sonra hayal kırıklığına uğruyorlar. Ama yine de burada bulunmak güzeldi.
yunanistan - 18-Selanik.jpg

*Galerius Rotonda  :

Atatürk’ün Evi’nden kısa bir yürüyüş ile ulaşılan yuvarlak formdaki bu anıt mezar Roma İmparatoru Galerius’e aitmiş. 30 metre yüksekliğindeki bu tuğla yapı Galerius tarafından MS.306 yılında kendisinin gelecekteki anıt mezarı olarak yaptırılmış. Rotonda daha sonra  kilise, ardından Osmanlı döneminde  cami olarak kullanılmış. Selanik’deki bugüne kadar gelmiş tek minaredir.
yunanistan - 19-Selanik.jpg*Galerius Takı  :

 Egnatia caddesi üzerinde, Rotonda’nın biraz ilerisindeki Roma İmparatorluğu döneminden kalma bir diğer anıt ise, 303 yılında İmparator Galerius tarafından Persler üzerindeki zaferin anısına yapılmış bu anıttır.
yunanistan - 20-Selanik.jpg*Aya Sofya (Agia Sophia) Kilisesi  :

Selanik’deki en güzel Ortodoks kiliselerinden biri. Kentin merkezindeki bu kilise İstanbul’daki Ayasofya ile aynı ismi taşıyor. Mimarisi de ona benziyor. İlk kez 8. yüzyılın ortasında inşa edilen kilise 1535’de camiye çevrilmiş. 1912’de Selanik’in tekrar Yunanistan’ın eline geçmesiyle yeniden kilise olarak kullanılmaya başlanmış. 1917’deki büyük yangına kadar böyle kalmış. İçinde 9 ve 10. yüzyıllara ait mozaik ve freskler barındırmaktadır.
yunanistan - 21-Selanik.jpg*Agios (Aziz)Dimitrios Kilisesi :

Kentin bu en büyük kilisesi Selanik’in koruyucu patronu Aziz Dimitrios onuruna ilk kez 5. yüzyılda inşa edilmiş. Kilise 629-634 yılları arasında yangından zarar görünce yeniden inşa edilmiş. 13. yüzyılda ise tamamen restore edilmiş.
Aziz Dimitrios’un Roma İmparatoru Galerius’un emriyle Romalı bir asker tarafından öldürüldüğü yer kilisenin kripta kısmındadır.
yunanistan - 22-Selanik.jpg*Beyaz Kule   :

Kentin sembolü olan bu kule, 15. yüzyılda Türkler tarafından inşa edilmiş 8 km uzunluğundaki surların bir parçasıymış. 34 metre yüksekliğindeki kule, tarihte hapishane ve işkence odası olarak kullanılmış. 1826’da Sultan II.Mahmud isyan eden yeniçerileri burada öldürtmüş. Bu yüzden bu yapı tarihte önceleri Kanlı Kule olarak biliniyormuş. 1913’de Yunanistan’ın Selanik kentini fethetmesiyle kulenin bugünkü ismini aldığı söyleniyor.
yunanistan - 23-Selanik.jpgBeyaz Kule, Kordon Boyu’nun son kısmında yer alıyor. Kule önünden bineceğiniz korsan teknelerinden biriyle yapacağınız 30 dakikalık tur sırasında, gerek Beyaz Kule’yi ve gerekse bu güzel sahili denizden seyretme keyfini yaşayabilirsiniz; Eğer tekneye binecekseniz, gün batımı saatine denk getirmeniz iyi olur. Tekneye giriş ücretsiz ama bira ya da bardak şarap gibi minimum 6-7 euro civarında bir içki almanız şart.
yunanistan - 24-Selanik.jpg yunanistan - 25-Selanik.jpgBunların dışında zamanınız olursa Arkeoloji Müzesi’ni, Bizans Kültürü Müzesi’ni, Osmanlı döneminde 1444’de inşa edilmiş Bey Hamamı’nı gezebilirsiniz.
Ayrıca günümüze kadar gelmiş Bizans sur kalıntılarını görmek ve şehrin panoramik görüntüsünü tepeden seyretmek istiyorsanız, Aziz Dimitrios Kilisesi’nden yukarıya doğru tırmanmanızı öneririm. Burada 14. yüzyılda inşa edilmiş Vlatadon Manastırı’nı da ziyaret edebilirsiniz.
yunanistan - 26-Selanik.jpgEğer denize girilebilecek bir dönemde Selanik’e gidiyorsanız, Ege Denizi’ne uzanan üç parmaklı el görünümüdeki Halkidiki Yarımada’sına en az bir gün, hatta birkaç gün zaman ayırabilirsiniz. Plaj olarak ilk parmak üzerindeki Kallithea’yı önerim. Burası kum plajlarıyla ünlü güzel bir kasaba. Onun 4 kilometre öncesinde şirin ve pitoresk bir köy olan Afytos var.

UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Meteora, Yunanistan’ın en güzel köşelerinden biri olarak kabul edilir. Buraya giden arkadaşlarım Meteora’da karşılaştıkları birbirinden güzel manzaraları öve öve bitirememişlerdi. Aslında benim için bir hayli gecikmiş bir seyahatti. Yunanistan’a seneler önceki ilk gelişimde gitme fırsatı bulamamıştım. Ama bu sefer programa aldım. İyi ki de almışım, görür görmez hayran oldum. Müthiş güzellikteki hiç alışık olmadığım manzaralar beni büyüledi. Dev kayaların tepesine oturtulmuş manastırlar. Zaten Meteora’nın ismi “Göklere asılı “ anlamına gelen Yunanca “Meteoros” tan gelmektedir.

Buradaki ilk manastır 1336 yılında inşa edilmiş ve ardından bunu diğerleri izlemiş. 14. yüzyılda Yunanistan üzerine başlayan Türk akınları karşısında buradaki keşişler kendilerine güvenli bir yer aramaya başlamışlar. Meteora kayalıklarının erişilmezliği onlar için ideal bir inziva yeri olmuş.

Meteora’daki manastırları gezmek için mutlaka bir araca ihtiyaç var. Çünkü manastırlar arasındaki mesafeler bir hayli fazla. Biz de bunun için Atina’dan otobüsle ulaştığımız Meteora’da bir araç kiraladık. Meteora Car Rental acentesinden kiraladığımız araca günlük 50 euro ödedik.

Kalambaka şehri ile Kastraki köyünden oluşan Meteora’da toplam 6 manastır var. Bunların ziyarete açık olduğu gün ve saatler değişiklik gösteriyor. Her bir manastır haftanın en az bir günü ziyarete kapalı oluyor. Bu nedenle aynı gün hepsini gezmeniz mümkün değil. Zaten bence buna da gerek yok. Birkaç tanesini gezmek, diğerlerini de dışarıdan görmek bu yöreyi keşfetmeniz ve anlamanız için yeterli oluyor. Biz 4 tanesini gezme imkanı bulduk.

Manastırların her birine giriş ücreti olarak 3 euro ödeniyor. Manastırdaki kilise içinde fotoğraf çekmek yasak. Böyle bir durumda görevli hemen sizi uyarıyor.

Magalo Meteoro (Büyük Meteora) bu yörede ilk kurulan manastır. 1336’da keşiş Athanasios tarafından 623 metre yükseklikteki bir tepede kurulmuş. Manastıra erişmek için 270 basamağı tırmanmanız gerekiyor. Tüm manastırlar içinde en büyüğü olan bu manastır öncelikle gezilmesi gerekir. Salı günleri hariç her gün saat 9.00-15.00 arası ziyarete açık.
yunanistan - 30-Meteora.jpgBir diğer manastır Varlaam. 1518’de kurulmuş olan manastır Megalo Meteoro’dan sadece 700 metre ötede. Cuma günü hariç her gün saat 09.00-16.00 arasında ziyaret edilebiliyor. Geldiğimiz gün ziyarete kapalı olsa da, en güzel görüntü veren bu manastırın karşıdan seyretmek ve güzel fotoğraflarını çekmek beni tatmin etti.
yunanistan - 31-Meteora.jpgAgias Triados (Holy Trinity), tüm manastırlar içinde ulaşılması en zor olanı Çünkü aracınızı durdurduktan sonra, önce ana yoldan yürümeniz ve ardından 150 basamak yukarıya doğru tırmanmanız gerekiyor. Manastırda 1981’de “For your Eyes Only” adlı James Bond filminin bazı sahneleri de çekilmiş. Şu anda burada 4 rahip yaşamını sürdürmekteymiş. Manastır Perşembe hariç, diğer günler saat 9.00-17.00 arası ziyarete açık.
yunanistan - 32-Meteora.jpgKastraki köyünde konakladığımız için bize en uzak olan manastır Agiou Stefano idi. Tırmanmaya gerek olmadığından, ulaşılması en kolay olan bu manastır 1798’de inşa edilmiş. Manastır pazartesi günleri hariç diğer günler saat 09.00-13.30 ve 15.30-17.30 arası ziyarete açık. Manastırda halen 30 rahibe yaşamını sürdürmekteymiş.
yunanistan - 33-Meteora.jpg yunanistan - 34-Meteora.jpgAgias Varvaras Rousanou ikinci gezdiğimiz manastır oldu. Küçük bir ahşap köprüden geçerek ulaşılan manastır bugün 15 rahibeden oluşan bir tarikata ev sahipliği yapmaktadır. Çarşamba hariç her gün saat 9.00-17.00 arası ziyaret edilebilmektedir.

Kapalı olduğu için gezemediğimiz Agiou Nikolao, Kastraki köyüne en yakın olanıydı.

Meteora’ya Nasıl Ulaşılır  :

Eğer Atina’dan Meteora’ya gidecekseniz, tren, otobüs ve araba kiralama gibi üç alternatif var. Biz otobüsle gitmeyi tercih ettik. Arabayı ise Meteora’ya en yakın kent olan Kalambaka’da kiraladık. Atina’daki Liosion otobüs terminalinden sabah saat 07.00’de kalkan Trikala-Kalambaka otobüsü, saat 11.45’de Kalambaka’ya varıyor.
Meteora’dan bir sonraki gezi noktamız Selanik’e yine Kalambaka’dan Trikala aktarmalı otobüsle gittik.

Meteora’da Konaklama  :

Meteora’ya yakın olan Kastraki köyünde ya da Kalambaka’da konaklamada guesthouselar ön plana çıkıyor. Biz daha sakin olan Kastraki köyünü tercih ettik. Büyük Meteora manastırına 5 km uzaklıktaydı. Konakladığımız ve akşam yemeğini yediğimiz Guesthouse Batalogianni memnun kaldığımız bir tesis oldu. Oda geniş, ferah ve konforluydu. Üç kişilik oda için kahvaltı hariç 70 euro ödedik.

Meteora’da Yeme – İçme :

Gerek Kastraki’de, gerekse Kalambaka’da çok sayıda yemek alternatifi var. Zamanımızda kısıtlı olduğu için, konakladığımız Guesthouse Batalogianni karşısındaki Gardenia adlı tavernada öğle yemeğini yedik. Yemekleri lezzetliydi.

Hydra öteden beri gitmek istediğim bir Yunan adasıydı. Güzelliği ile ilgili metnini daha önce duymuştum. Ege Denizi’ndeki bu küçük ada, ünlü şarkıcı Leonard Cohen’in adası olarak ün yapmıştı. Söylenildiğine göre Leonard Cohen büyük aşkı Marianne ile burada tanışmış ve birlikte on yıla yakın bir süre büyük bir aşk yaşamışlardı. Bazı şarkılarının sözlerini de burada bulunduğu dönemde yazmıştı. Ayrıca ünlü sinema sanatçılarının, jet sosyetenin de uğrak yeri olmuştu bu güzel ada. Ama tüm bunlar benim için önemli değildi. Benim için esas olan adanın birbirinden güzel taş evleri, daracık sokakları, konumu, şahane koyları, tertemiz denizi, lezzetli yemek yiyebileceğim restoranları ve kafeleriyle görmeye değer güzellikte olmasıydı.
yunanistan - 27-Hydra.jpg yunanistan - 28-Hydra.jpgAdaya Atina’nın Pire Limanı’ndan (E 8 rıhtımı) kalkan hızlı feribot ile 1 saat 10 dakikada ulaştık. Adada daha fazla zaman geçirebilmek için saat 8.30’da kalkan feribotu tercih ettik. Dönüşü ise 20.05’de kalkan son feribotla yaptık. Buraya Blue Star Ferry adlı firmanın tekneleri gidiyor. Metroyla Pire’ye geldiğinizde (son durak) bilet gişesi hemen orada. Ama yazın yer bulmak bir hayli zor olduğundan, daha önceden biletinizi internetten almanızı tavsiye ederim. Feribot bilet ücreti gidiş-dönüş 60 euro.

Adada güzel olan bir şey de, ada içinde araba, motor bulunmaması ve plajlara ulaşımın sadece teknelerle sağlanabilmesi. Adadaki eşeklerden turistlerin valizlerini ve başka yükleri taşımada yararlanılıyor.

Feribottan indiğinizde sahil boyunca kafe ve restoranlar sıralanmış. Bunlardan birine oturup kahvaltı edebilir ya da bir şeyler içebilirsiniz. Bunlar içinde iskeleye yakın olan İsalos’u öneririm.

Adanın çevresindeki plajlara feribot iskelesinin biraz ilerisinden kalkan taxi boatlarla ulaşabilirsiniz. Yaptığım araştırmaya göre Agios Nichalaos, Vlyhos, Bisti ve Mandraki adadaki en beğenilen plajlar. Bunların bazılarına ulaşmak 30 dakikayı bulabiliyormuş. Biz en yakın olan ve adanın tek kum plajına sahip Mandraki Beach’i tercih ettik. Buraya taxi boat ile 7-8 dakikada ulaştık. Kişi başı gidiş-dönüş ücreti 8 euro. Tekneler plajlara devamlı gidip geliyor. Yürüyerek gitmek isteyenler adanın merkezine 2,5 km kadar mesafedeki bu plaja sanırım 30-40 dakika gibi bir sürede ulaşabilirler. Denize girmek için buradaki Mandraki Beach Resort’u tercih ettik. Şemsiye+ şezlong+ havlu ve bir şişe su için kişi başı 10 euro ödedik. Öğle yemeğini isterseniz buradaki tesiste yiyebilirsiniz. Biz hemen biraz ilerideki küçük koya bakan bir lokantayı tercih etmiştik. Ahşap masa ve sandalyeleriyle şirin ve konumu güzel olan bir mekandı. Sahibi de buraya Türkiye’den göç etmiş bir Yunanlıydı. Gerek yediğimiz balık ve deniz ürünlerinden, gerekse servisten memnun kaldık.
yunanistan - 29-Hydra.jpgHydra Adası’nda sadece plaja gidip denize girmek bence doğru olmaz. Bu adanın daracık kaldırım taşlı sokaklarında dolaşmanız gerekir. Yarım ay şeklinde konumlanmış olan ada, basamak basamak yukarıya doğru çıkan taş evleriyle keşfedilmeyi kesinlikle hak ediyor.

Yunanistan’a bu son gidişimde turuma Atina’dan başladım. İzmir’den Aegean Air firmasının sabahın erken bir saatindeki direk seferiyle 45 dakikada Atina’nın Venizelos havalimanına ulaştım. Otelim Omonia Meydanı’na on dakikalık yürüme mesafesindeydi. Otelime gitmek için havalimanından metroya bindim. Mavi hat üzerindeki Metaxourgio istasyonu kalacağım otele 50 metre uzaklıktaydı.

Atina gezisine iki tam gün ayırmıştım. Bir günü ise Atina’dan hemen hemen bir saatlik feribot mesafesindeki Hydra Adası’nda geçirecektim. Ünlü şarkıcı Leonard Cohen’in Adası olarak ün yapmış ve bugüne kadar birçok ünlü kişinin de tatilini geçirdiği bu güzel adayı doğrusu merak ediyordum. Üçüncü günün sonunda buradan otobüsle ülkenin hemen hemen orta noktasında kalan Meteora’ya gidecektim. Yunanistan gezimi ise Selanik’te noktalayacaktım. Atatürk’ün de doğduğu ve bu nedenle bizim için özel bir önemi olan bu şehre iki tam gün ayırmıştım. Yine bir günü burada da Atina’da olduğu gibi deniz kıyısında geçirme niyetindeydim. Bunun için Yunalıların sayfiye yeri olarak bilinen üç parmak şeklinde denize uzanan Halkidiki Yarımadası’nı tercih ettim.

Ülke nüfusunun yaklaşık üçte birinin yaşadığı başkent Atina, Yunanistan’ın kültürel, finansal ve siyasi merkezi. Ama her şeyden önce bu şehir Eski Yunan Uygarlığının merkezi. 3500 yıllık geçmişi olan tarihi bir şehirden bahsediyoruz. Şehrin ismi 12 Olymposlu tanrıdan biri olan savaş ve koruyucu tanrıça Athena’dan geliyor. İşte bu tarihi şehrin görülmesi gereken en önemli kısmı tabii ki Akropolis (Akropol). Bunun yanı sıra antik döneme ait tapınakları, çok zengin müzeleri, güzel meydanları, tarihi kiliseleri, çarşıları ve tavernalarıyla bu şehir görülmeyi kesinlikle hak ediyor. Tabii bir de unutulmasını gereken, sanki ayrı bir şehir gibi Atina’nın hemen yanı başındaki Akdeniz’in en büyük limanlarından biri olan Pire Limanı var. Orayı da gezmeden Atina’dan ayrılmamak gerekir.

Atina’da Kaç Gün Kalınmalı :

Ben Atina’ya ikinci kez gittiğim için bu kente iki tam gün ayırdım. Bir günü ise Pire Limanı’ndan bindiğim feribotla Hdyra Adası’nda değerlendirdim. Ama buraya ilk kez gelecek gezginler, Atina’ya en az 3 tam gün ayırmalıdırlar. Çünkü bu kent her şeyden önce başta Ulusal Arkeoloji Müzesi, Benaki Müzesi ve Akropolis Müzesi olmak üzere gerçekten görülmeye değer zenginlikteki müzeleri barındırıyor. Bu müzeleri gezmek de tabii biraz zaman alıyor.

Atina’da Ulaşım  :

Atina’da bir yerden bir yere ulaşmanın en kolay yolu metro. Kent iyi bir metro ağına sahip. Mavi – yeşil – kırmızı olmak üzere 3 hat var. Eleftherios Venizelos Uluslararası Havalimanı’ndan gideceğiniz otele metroyla ulaşabilirsiniz. Bilet ücreti 10 Euro. Kentin merkezi kabul edilen Syntagma meydanı’na 30-35 dakikada varıyorsunuz.

Kent içinde birkaç kez metro kullanacak olursanız, 24 saat geçerli biletin ücreti 4,50 euro. 90 dakika geçerli bilet için ise 1,40 euro ödeniyor. Biletinizi metro içindeki otomatik makinelerden ya para ya da kredi kartı ile alabiliyorsunuz. Özellikle işe gidiş ve işten çıkış saatlerinde hem metrolar, hem de bilet alınan otomatik makinelerin önü bir hayli kalabalık oluyor.

Taksi Atina’da kullanacağınız bir diğer ulaşım aracı. Özellikle metronun gitmediği yerlere ulaşmak ya da geç bir saatte otelinize dönmek zorunda kaldığınızda, taksi kullanmanız gerekebilir.

Atina’da Gezilecek Yerler   :

*Akropolis     :

Burası Atina’nın en fazla turist çeken tarihi yeri. Akropolis metro istasyonuna çok kısa bir yürüyüş mesafesinde olan kapıdan biletinizi alıp giriyorsunuz. Giriş ücreti kişi başı 20 euro. Eğer yazın burayı gezecekseniz, çok sıcağa kalmamak için erken saatte gelmeniz gerekir. Akropol yazın saat 08.00’de ziyarete açılıyor.

Akropol’deki tapınakların tümü M.Ö. 5. yüzyılda yani kentin Altın Çağı kabul edilen dönemde inşa edildi. Bunlardan biri de Parthenon. Savaş tanrıçası Athena’ya adanmış 2500 yıllık bir tapınaktan söz ediyoruz. O zamanın büyük devlet adamı ve komutanı Perikles tarafından yaptırılmış. 8×17 dor düzeni sütunlarla çevrili, dikdörtgen formdaki tapınak, her yanı aynı yükseklikte bir saçak üstünde iki eğimli çatı ile örtülü. Tapınağın içinde antik dünyanın ünlü heykeltıraşı Phidias’ın eseri olan, Atina’nın koruyucu patronu tanrıça Athena’nın 12 metre yüksekliğindeki heykeli varmış.
yunanistan - 1-Atina.jpgAkropol’deki bir diğer tapınak ise Erechthéion. Parthenon’un biraz ötesindeki bu küçük tapınak yine M.Ö. 5. yüzyılda inşa edilmiş. İyonik düzenindeki tapınak Karyatid adı verilen kadın şeklindeki sütunlarla süslü. Sadece beş tanesi ayakta kalan bu kadın heykelleri kopya; orijinalleri ise Akropolis Müzesi’nde sergileniyor.
yunanistan - 2-Atina.jpgHerodes Atticus Tiyatrosu, M.S. 161 yılında Romalılar tarafından inşa edilmiş. Odeon olarak bilinen bu küçük tiyatro 5 bin kişi kapasiteli. Tüm tiyatrolar gibi akustiği çok iyi olduğundan, bugün de burada konserler ve oyunlar organize ediliyor.
yunanistan - 3-Atina.jpgSonuçta burası Propylonu (devasa giriş kapısı) , Athena Nike Tapınağı , Dionysos Tiyatrosu gibi diğer kalıntılarıyla da görülmeyi kesinlikle hak ediyor. Tabii bir de buradan ayrılmadan Akropolis Müzesi’ni gezmek, Akropolis’i daha iyi özümsemenizi sağlar.

*Ulusal Arkeoloji Müzesi  :

Atina’ya kadar gidip bu müzeyi görmeden dönmek bana göre büyük kayıp. Dünyada çok sayıda müze görmüş biri olarak, bu kadar zengin ve değerli eserleri barındıran bir arkeoloji müzesini ziyaret ettiğimi hatırlamıyorum. Dünyanın en güzel Antik Yunan koleksiyonlarını barındıran bir müze. Bu koleksiyonlar II.Dünya Savaşı’nda zarar görmesin diye yeraltına gömülerek saklanmış. Müze II.Dünya Savaşı sonrası 1946’da yeniden açılmış.
yunanistan - 4-Atina.jpgBuradaki eserler neolotik çağdan başlayarak Klasik döneme kadar uzanıyor. Çanak çömlekler, mücevherler, heykeltıraşlık eserleri mükemmel. Özellikle heykellere hayran olmamak mümkün değil.
yunanistan - 5-Atina.jpg yunanistan - 6-Atina.jpgMüzeyi pazartesi dışında diğer günler ziyaret edebilirsiniz. Giriş ücreti 10 euro.

*Benaki Müzesi  :

Atina’daki görülmeye değer zenginlikteki bir diğer müze. Müzeyi 1931’de Mısır’da büyük bir servet yapan zengin Yunanlı Emmanoulil’in oğlu Antonis Benakis kurmuş. Müze zarif bir neoklasik konak içinde yer alıyor. Burası zamanında Benakis ailesinin rezidansıymış. Buradaki koleksiyonlar Yunan sanat ve zanaatıyla ilgili. Resimler, mücevherler, çanak çömlekler, ikonalar, yerel kostümler…gibi. Tabii buradaki tüm eserler MÖ.3 yüzyıldan MS.20. yüzyıla uzanan bir zaman dilimine tarihleniyor.
yunanistan - 7-Atina.jpg yunanistan - 8-Atina.jpgSyndagma Meydanı’na çok kısa bir yürüyüş mesafesindeki müzeye giriş ücreti 9 euro. Müze Perşembe hariç diğer günler saat 09.00-1700 arası ziyaret edilebiliyor.

*Mitropoli Katedrali  :

Atina’nın bu en büyük kilisenin yapımı 1840’da başlamış ve bitirilmesi yirmi yılı almış. Kentin merkezindeki bu popüler mekanda kralların taç giymesi, zengin ve meşhur kişilerin evliliği, cenazesi gibi birçok merasim düzenlenmiş. İçinde Osmanlı tarafından öldürülmüş iki azizin (Aziz Filothei ve Gregory V) mezarları bulunuyor.
yunanistan - 9-Atina.jpg

*Syndagma Meydanı ve Parlamento Binası :

Atina’ya gelen herkesin mutlaka önünden geçtiği bu meydana hakim olan 1836-1842 yılları arasında inşa edilmiş eski saray günümüzde Parlamento Binası olarak hizmet vermektedir. Burada her gün nöbet tutan evzon askerlerini görebilirsiniz. Ayrıca burada Meçhul Asker Anıtı bulunmaktadır.
yunanistan - 10-Atina.jpg

*Ulusal Tarih Müzesi  :

Neoklasik bir cepheye sahip olan bu bina, 19. yüzyılda Fransız mimar François Boulanger tarafından tasarlanmış. Başta ilk Yunan Parlamentosu olarak hizmet verse de, parlamentonun daha sonra Syndagma Meydanı’ndaki Vouli binasına taşınması neticesinde 1961’de Ulusal Tarih Müzesi olarak açılmış. Buradaki objeler Yunan tarihine ışık tutmaktadır. Burada Kral Otto’nun tahtı, Venizelos’un Sevr Anlaşmasını imzaladığı kalem, Lord Byron’un kılıcı gibi önemli objeler bulunmaktadır.
yunanistan - 11-Atina.jpg*Hadrian Kapısı ve Zeus Tapınağı :

Bu kapı MS.131 yılında Roma İmparatoru Hadrian’ın şehre gelişini kutlamak için yapılmış. Hadrian Kapısı aynı zamanda Yunan kentini Roma kentinden ayırıyor. Kapıdan geçip biraz ileriye doğru yürüdüğümüzde Olympieion Zeus’a adanmış anıtsal bir tapınakla karşılaşıyoruz. Tapınak Hadrian zamanında bitirilmiş. Günümüzde ise 104 adet korint düzeni sütundan geriye sadece 17 metre yüksekliğinde 15 sütun kalmış. Bu da tapınağın o dönemki büyüklüğü hakkında bize bir fikir veriyor.
yunanistan - 12-Atina.jpg*Plaka Semti   :

Bu semt Atina deyince ilk akla gelen yerlerden biri. Bir yerde Atina’nın kalbi. Atina’nın günün her saati canlı olan bu semtinde çok fazla sayıda turiste rastlanır. Özellikle Plaka’daki tavernalar büyük ilgi görür.
Plaka semtinde dolaşırken tarihi bir kiliseye rastlarsınız. 11 yüzyıla tarihlenen bu Bizans Kilisesi, 1834’de Bavyera Kralı Ludwig’in zamanında müdahalesiyle yıkımdan kurtulmuş.
yunanistan - 13-Atina.jpg*Atina Üniversitesi – Atina Akademisi :

Omonia Meydanı’nı Syndagma Meydanı’na bağlayan ana cadde üzerinde yan yana yer alan mimarisi güzel 19. yüzyıl yapıları göze çarpar. Neoklasik mimari ürünü olan bu yapılar sırasıyla Ulusal Kütüphane – Atina Üniversite Binası ve Atina Akademisi’dir.

Bunlardan Atina Akademisi 1859-1887 yılları arasında Theophil von Hansen tarafından tasarlanıp yapılmıştır. Merdivenlerin bulunduğu yerde oturan iki heykel Sokrates ve Plato’ya aittir. Sütunların üzerinde ise tanrıça Athena ile tanrı Apollon tasvir edilmiştir.
yunanistan - 14-Atina.jpgMüzeler bakımından zengin olan Atina’da, öncelikli olarak Ulusal Arkeoloji Müzesi, Akropolis Müzesi ve Benaki Müzesi gezilmelidir. Eğer zamanınız varsa, Bizans ve Hıristiyanlık Müzesi, Tiyatro Müzesi, Ulusal Sanat Galerisi ve Atina Şehir Müzesi gibi başka müzeleri de gezebilirsiniz.

Yine zamanınız olursa Lycavittos Tepesi’ne çıkabilirsiniz. Gün batımında çıkmanızı öneririm. Zamanım kalmadığı için çıkamadım. Ama duyduğum kadarıyla çıktığınızda denize kadar uzanan şahane bir görüntüyle karşılaşıyormuşunuz. Kentin 277 metre üzerindeki bu tepeye füniküler ile çıkabiliyorsunuz.

*Pire Limanı   :

Atina’ya kadar geldiyseniz Pire’yi ziyaret etmelisiniz. Akdeniz’in en büyük limanlarından biri olan Pire, Atina’nın yanı başında ayrı bir şehir. Buraya metroyla rahatça ulaşabiliyorsunuz. Yeşil hat üzerindeki son durakta iniyorsunuz.

İndikten sonra yolcu gemilerinin kalktığı ana limanın önünden Pire’nin merkezine doğru ilerlediğinizde, modern ve varlıklı insanların yaşadığı bir şehre geldiğinizi anlıyorsunuz. Burada Atina’daki gibi tarihi yapılar yok. Ama mimarisi güzel bazı yapılar var. Bunlar arasında Belediye Tiyatrosunu, bazı kiliseleri sayabiliriz. Ama bizim buraya gelmemizin ana nedeni, hem buradaki limanları görmek, hem de bir balık lokantasında güzel bir akşam yemeği yemekti.

İlk önce yürüyerek Zeas Limanı ya da diğer bilinen adıyla Paşalimanına ulaştık. Ama esas görmek istediğimiz ve akşam yemeği için düşündüğümüz liman biraz daha doğuda kalan Turko ya da Mikro Limano diye bilinen limandı. Buraya kadar uzun bir yürüyüş yapmış ve bu arada güneşi de batırmıştık. Sonrasında deniz kıyısındaki bir lokantada keyifli bir akşam geçirdik. Burası Pire’nin üç limanı içinde en küçük ama en güzel olanıydı.
yunanistan - 15-Atina.jpg yunanistan - 16-Atina.jpgAtina’da Nerede Kalınır  :  

Atina’da her bütçeye uygun otel var. Biz Otel Katerina’da konakladık. Bir daha gitsem yine aynı oteli seçerim. Bir kere metro istasyonuna 25 metre mesafede olması büyük avantajdı. Ayrıca kentin ana meydanlarından biri olan Omonia’ya on dakika yürüme mesafesindeydi. Bunun yanı sıra personelin yakın ilgisinden çok memnun kaldım. Kahvaltısı da iyiydi. Oda biraz küçüktü ama temiz ve konforluydu.

Atina’da Yeme – İçme  :

Yunanistan’ın yemek kültüründen bahsederken, tavernalardan söz etmeden geçemeyiz. Yunanistan’a gidenler en az bir akşamlarını bir tür müzikli meyhane olan böyle bir mekanda geçirmek ister. Atina’da bu tip mekanların sayısı fazladır. Bu defaki gidişimde pek turistik olmayan ama mezelerin lezzetli olduğu iyi bir mekanı tercih ettim. Burada tabak kırma, bilindik Yunan müzikleri yoktu. Ama kaliteli müzik yapan bir üçlü vardı ve yediklerimiz lezzetliydi. Taverna Klimataria, Atina’ya yolu düşen gezginlere önerebileceğim bir taverna. Yalnız önceden rezervasyon yaptırmakta fayda var; özellikle de hafta sonları. Kişi başı ödeme minimum 20 euro.

Plaka semtinde öğle yemeği yediğimiz O Thanasis oldukça büyük mekan. Yemeklerin lezzeti yerinde ve fiyatlar makul. Ana yemekler 8-10 euro arası değişiyor. Salatalar 5 euro, büyük boy bira ise 3 euro.

Eğer bir akşam yemek yemek için Pire’de bir restoran tercih edecekseniz, mekan olarak Mikrolimano’daki bir restoranı tercih etmenizi öneririm. Buradaki restoranların bazılarında fiyatlar bayağı yüksek. Biz kalite-fiyat dengesi iyi bir restoran olan deniz kıyısındaki Ammos’da karar kıldık. Burada gerek yediklerimizden gerekse servisten memnun kaldık.

Yunanistan, kendimi evimdeymiş gibi iyi hissettiğim ülkelerin başında gelir. Sanıyorum bu benim kökenimle de ilişkili. Ne de olsa anne tarafım Kavala, Drama, baba tarafım ise Girit ve Sakız adalarından gelme. 1924’deki mübadele sonrası bir kısmı Çeşme’ye, bir kısmı da İzmir’e göç etmiş.

Bu güzel ülkeye ilk gelişimi hatırlıyorum, 1997 yılıydı. O yıl başta başkent Atina olmak üzere, Selanik, Kavala, İskeçe, Gümülcine gibi kentleri gezme fırsatı bulmuştum. Sonraki yıllarda Rodos, Kos, Mikenos, Santorini, Girit, Sakız, Midilli gibi Yunan Adaları’na gidip geldim. Bu sene ise yeniden Yunanistan’a bir dönüş yaptım. Temmuz ayında Atina ve Selanik gezilerine, daha önce gezme fırsatı bulamadığım Meteora ile Hydra Adası’nı ekledim. Atina ve Selanik’de bazı görmediğim ya da görüp de beğendiğim tarihi yerleri yeniden gezme fırsatını buldum. Kızıma da Atatürk’ün doğduğu evi göstermeyi çok arzuluyordum. Bunu da böylece gerçekleştirmiş oldum.

 

Burada daha önceki seyahatlerimden değil de, güncel bilgiler ışığında bu ülkeye yaptığım son seyahatimden bahsetmek istiyorum. Bundan önce özellikle adalara yaptığım seyahatlerimden hep memnun kalmış, keyifli zaman geçirmiştim. Yunanistan’ın turizm anlayışı, turistlere gösterdikleri ilgi ve güleryüz beni her zaman etkilemişti. Bugüne kadar 99 ülke gezmiş ve bazılarına da defalarca gitme fırsatı bulmuş bir gezgin olarak, Yunanistan’ın dünyada turizmi en iyi bilen ülkelerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sanırım bu konuda kapı komşumuz Yunanistan’dan alacağımız bazı dersler var.

 Genel Bilgiler   :
 *Yunanistan’ın nüfusu yaklaşık 10,5 milyon.
 *Ülkenin yüzölçümü 131.444 km2
 *Ülkenin başkenti Atina. Çevresiyle birlikte yaklaşık 4 milyon nüfusa sahip.
 *Ülkenin resmi dini Hıristiyan Ortodoks.
*Ülkenin resmi dili Yunanca. Eğer İngilizce konuşuyorsanız Yunanistan’da zorluk yaşamazsınız. Çünkü birçok kişi İngilizce   konuşup, anlıyor.
*Para Birimi Euro.
*Türkiye ile saat farkı bulunmuyor.
 *Ülkeye girişte Türk vatandaşlarından Schengen Vizesi isteniyor. Pasaportunuzda başka bir ülkeden alınmış geçerli bir   Schengen vizeniz varsa, Yunanistan’a girişte sorun yok. Ama eğer yoksa ve bu ülkeye ilk kez gidecekseniz vizenizi   Yunanistan’dan almanızı öneririm. Bir de bu ülkeden daha uzun süreli vize alma şansınız bazı ülkelere göre daha yüksektir.   Eğer benim gibi İzmir’de yaşıyorsanız, Yunan Başkonsosluluğu İzmir’de bulunduğu için vizenizi daha kısa sürede   alabilirsiniz.Vize için bulunduğunuz şehirdeki VFS ofisine başvurmanız gerekiyor.

 Yunanistan’a Ne Zaman Gidilir   :

İzmir gibi tipik Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü Yunanistan’a gitmek için en iyi dönem Nisan-Mayıs ve Eylül-Ekim gibi bahar aylarıdır. Yaz ayları ise çok sıcak geçer. Ama Yunan Adaları’na gidip denizden faydalanacaksanız, yaz aylarını tercih edebilirsiniz. Buna karşın Atina, Selanik gibi kentlerde hissedilen sıcak ve yüksek nem oranı gezmenizi zorlaştırır. Öğleden sonranın ilk saatlerinde birçok Yunanlı gibi siesta yaparak ve şehri gezme işini sabahın ilk saatleriyle, akşamüstüne bırakarak idare edebilirsiniz.

 Yunanistan’a Nasıl Gidilir  :

Ben İzmir’de yaşadığım için, buradan Atina’ya haftanın belli günleri direk uçan Aegean Air firmasını tercih ettim. Böylece İstanbul’da aktarma yapmadan hemen hemen 45 dakikalık bir sürede Atina’ya ulaştım. Dönüşü ise Selanik’den İstanbul aktarmalı olarak THY ile yaptım. Bu iki firmanın yanı sıra Pegasus Havayolları’nın da Atina’ya İstanbul’dan direk seferi var. Rodos, Kos, Midilli, Samos, Sakız gibi Yunan Adaları’na ulaşmak için ise feribot seferlerinden yararlanabilirsiniz.

 Yunan Ekonomisi  :

Yunanistan’ın en büyük gelir kaynağı turizm. Özellikle yazın Yunan Adaları başta olmak üzere çok fazla turist çeker bu ülke. Turizmin önemi ve getirisinin farkında olan Yunanistan’da turistlere çok fazla ilgi gösterilir. Gittiğiniz otellerde, restoranlarda, kafelerde ve diğer mekanlarda bunu hissedersiniz.

Ülkenin dörtte üçünün dağlık olmasından dolayı, ülkenin verimli toprakları azdır. Buna rağmen tarım Yunan ekonomisinde önemli bir yer tutar. Zeytin, tütün, pamuk, üzüm başta olmak üzere çeşitli sebze ve meyveler yetiştirilmektedir. Midilli Adası’nda gördüğüm zeytin ağaçlarının yoğunluğu beni hayrete düşürmüştü. Sonuçta Yunanistan İspanya ve İtalya’nın ardından dünyanın üçüncü büyük zeytin ve zeytinyağı üreticisi durumunda. Ayrıca balıkçılık da çok gelişmiş durumda.

Yunan Mutfağı   :

Yunan mutfağı Türk mutfağıyla büyük benzerlikler taşır. Ne de olsa iki komşu ülke halkı asırlar boyu içi içe yaşamış ve sonuçta birbirlerinden etkilenmişler. Türkiye’deki yemeklerin aynılarını Yunanistan’da da buluyoruz. Bu yüzden bu ülkeye giden Türkler yemek konusunda hiçbir sıkıntı çekmiyor. Aynı damak tadını burada da buluyorlar. Yalnız tek fark Yunanistan’da domuz etinin de yenmesi. Örneğin Souvlaki, bir Yunan spesialitesi ve bizim şiş kebabın bir benzeri. Yalnız onlar bunu hazırlarken domuz ya da tavuk eti kullanıyorlar. Tabii bunun yanı sıra dana etiyle de hazırlanmış çeşitli kebapları var.

Özellikle Yunan adaları deniz ürünleri konusunda çok iyi. Son gidişimde Rodos’da yediğim ahtapot, kalamar ve deniz ürünlü makarnanın tadı hala damağımda. Gerçekten bu konuda çok başarılılar. Ayrıca mezeleri de çok lezzetli. Tabii burada restoran seçimi de önemli.

Otellerde yapılan kahvaltılarda, diğer Avrupa ülkelerindekilere nazaran daha fazla çeşit bulabiliyorsunuz. Örneğin beyaz peynir, zeytin, domates gibi bizim kahvaltıda yemeyi arzu ettiğimiz şeyleri.

İçki konusunda da benzerlikler var. Onlar da tadı rakıya benzeyen Uzo içmeyi çok seviyorlar; özellikle de balık restoranlarında. Bira ve şarap da yemeklerde çok tercih edilen içkilerden.
Türk Kahvesi orada Yunan Kahvesi olarak biliniyor. Aynı şekilde hazırlanıp, sunuluyor. Yanında her zaman bir bardak su ile servis ediliyor.
Bir de yazın sıcak günlerinde çok hoşuma giden bir uygulama da, her gittiğimiz kafe ve barda bir bardak ya da bir sürahi soğuk suyu masamıza ücretsiz olarak getirmeleriydi.

Sıcak su kaynaklarıyla meşhur, mimarisi göz kamaştıran Karlovy Vary, çıktığım Orta Avrupa turlarının hepsinde tur programına dahildi. Bu da bana, dünyaca ünlü bu kaplıca merkezini defalarca görme imkanını verdi. Her seferinde de burada bulunmaktan büyük keyif aldım.
Ülkenin en batısında, Almanya sınırına 30 km mesafede olan Karlovy Vary’e otobüsle yaklaşık iki saatte ulaşılıyor. Yol boyunca küçük yerleşimlerden geçiyorsunuz. Ama en çok dikkat çeken şey, bira yapımında kullanılan şerbetçiotu tarlaları. Bu tarlaları yol üzerindeki Krusovice köyünden sonra, Karlovy Vary’e biraz daha yaklaştığımızda görmeye başlıyorsunuz. Bira ülkesi Çekya’da Krusovice köyü siyah bira yapımıyla meşhur.

Otobüsten indikten sonra tüm şehri yürüyerek rahatlıkla gezebiliyorsunuz. Bunun için bir gününüzü buraya ayırmanız yeterli. Karlovy Vary’yi keşfederken, refah seviyesi yüksek, şık bir şehirde bulunduğunuz izlenimine kapılıyorsunuz. Özellikle şehrin omojen mimarisinden etkilenmemek mümkün değil. Tabii bunda şehrin tarihini, ekonomisini, mimarisini etkileyen sıcak su kaynaklarının rolü büyük. Karlovy Vary’nin gelişmesi sıcak su kaynaklarının tedavi edici etkileri sonucunda meydana gelmiş. Buradaki kaynakların keşfedilmesi Bohemya’ya en parlak dönemini yaşatan Kral IV.Karl tarafından 1350’de gerçekleşmiş. Kendisinden Prag’daki St.Vitus Katedrali, Karl Köprüsü gibi yapıları inşa ettiren kral olarak bahsetmiştim.

Sıcak su kaynaklarının keşfiyle günümüzde birçok hastalık iyileştirilebilmektedir. Çok fazla turistin ziyaret ettiği bu şehre, bizim gibi gezme amaçlı gelenlerin dışında, tedavi olmak için de birçok kişi gelmektedir. Yalnız tedavi sadece şifalı suyun içinde banyo yaparak değil, sıcak su içilerek de uygulanmaktadır. 1725 yılından itibaren Dr.David Becher buradaki kaynak sularını tahlil ederek bu suyun tedavi amacıyla nasıl içileceğini tıbbi temellere oturtmuş. Günde aralıklı olarak iki ya da üç defa 200 cm3 suyu soğutmadan yudum yudum içmeyi ve bu arada bol bol yürümeyi tavsiye etmiş. Bugün de şehirde dolaşırken, insanların satın aldıkları porselen maşrapalara buradaki çeşmelerden sıcak su doldurup içtiğini ve Dr.Becker’in kurallarını uyguladığını görmekteyiz.

Karlovy Vary’ye tedavi amacıyla gelmiş ve kaplıcalardaki şifalı sulardan faydalanmış birçok ünlü kişi bulunmaktadır. Karl Marx, Freud, Beethoven, Goethe, Smetana, Dvorjak, Rus Çarı  Büyük Pedro, Gregory Peck, Mia Farrow, Gina Lolobrigida bir çırpıda sayabildiklerim. Tedavi amacıyla gelenlerden biri de Mustafa Kemal Atatürk. 1918’de çıktığı bir dış gezide hastalanınca, kendisine burayı tavsiye etmişler. İki ay süreli bir tedavi için buraya gelen Atatürk, bir görev için tedaviyi yarım bırakarak İstanbul’a dönmek zorunda kalmış. Bu yüzden Atatürk’ün kendisine verilen programı ne kadar hassasiyetle takip ettiğini ve ne kadar faydasını gördüğünü bilmiyoruz. Atatürk’e verilen program gibi kaplıca doktorları hastalara hangi kaynaktan ne kadar, hangi saatte ve günde kaç defa su içeceklerini söylüyorlar. Söylenen o ki, Atatürk Karlovy Vary’deki bu kaplıca tesislerini gördükten sonra, Yalova Kaplıcalarını yaptırmaya karar vermiş.

Karlovy Vary’de gezerken, güzergahımız üzerinde birçok çeşmeye rastlıyoruz. Buradaki çeşmelerin suyu aynı kaynaktan gelmesine rağmen, suların sıcaklıkları ve karbondioksit oranları birbirinden farklı.
Cekya - 24-Karlovy-Vary.jpgEn meşhur kaynak 2000 metre derinden gelip 12 metre kadar fışkıran Vridlo. Suyun sıcaklığı burada hemen hemen 74 derece.
Karlovy Vary’de çok güzel mimariye sahip kiliseler de var. Bunlardan biri de küçük bir tepede yer alan 1736 tarihli barok yapı Azize Maria Magdalena Kilisesi. Kiliseyi ünlü Çek mimar İgnac Diezenhofer inşa etmiş.
Cekya - 25-Karlovy-Vary.jpgOrta Avrupa’nın birçok yerinde görülen Veba Sütunu’na burada da rastlıyoruz. Avrupa’nın birçok yerinde olduğu gibi veba salgını 1713’de tüm Bohemya’yı kırıp geçirmiş. 1716 yılına tarihlenen bu barok sütun, Karlovy Vary kentinin vebadan kurtulmasından sonra, tanrıya şükranların bir ifadesi olarak buraya dikilmiş. Teslis (Baba-oğul-kutsal ruh üçlemesi)Sütunu olarak da bilinen bu sütun heykellerle süslenmiş.
Cekya - 26-Karlovy-Vary.jpgMarket Place’de bulunan bu sütunun ilerisinde Küçük Versailles diye adlandırılan beyaz sütunlu kısım var.
Cekya - 27-Karlovy-Vary.jpgBuradan yukarıya doğru uzanan yola devam edildiğinde, karşımıza zenginlerin oturduğu bahçeli çok güzel villalar çıkar.
Kentin ana caddesi Stara Louka Tepla Nehri boyunca uzanır.. Bu cadde üzerinde alışveriş yapabileceğiniz birçok dükkan var. Ayrıca bazı ünlü kişilerinde de zamanında kaldığı mimarisi göz alıcı evler sıralanmış.
Cekya - 28-Karlovy-Vary.jpg

Cekya - 29-Karlovy-Vary.jpg

Karlovy Vary’nin en meşhur kafesi “Elefant Café” burada. Ünlü edebiyatçı Goethe’nin yolu bu şehre düştüğünde, 1786 yılında 37.nci yaşgününü bu kafede kutlamış. Binanın cephesi altın bir fille süslenmiş.
Elefant Cafe’den sonra, cadde üzerinde Mozart’ın Evi var. Ayrıca Elephant Cafe’ye gelmeden önce Rus Çarı Büyük Pedro’nun (bizde bilinen ismiyle Deli Pedro) kaldığı ev bulunuyor. Kapısında kaldığı 1711-1712 tarihi yazılı. Bunun hemen biraz ilerisinde Becherovka likörü, kağıt helva, sıcak su içilen porselen maşrapaları satan, Türk turistlerin de çok uğradığı bir dükkan var.

Karlovy Vary’ye gelen gezginlere Diana Tepesi’ne çıkmalarını öneririm. Buranın en büyük ve en meşhur oteli Grand Hotel Pupp’ın hemen arkasındaki dar sokaktan biraz yukarıya doğru yürüdüğümüzde karşımıza çıkacak olan füniküler bizi tepeye kadar çıkarıyor. Her 15 dakikada bir kalkan füniküler ilk kez 1912 yılında inşa edilmiş, 1988’de ise yeniden yapılmış. Bekleme sürelerini de hesaba kattığımızda yaklaşık 45-50 dakikalık bir süreyi buraya ayırmalısınız. Tepeden Karlovy Vary’nin yemyeşil çevresiyle harika bir manzarası gözler önüne seriliyor. Ben ilk gelişimde çıkmıştım. Doğrusu buna değiyor.

Karlovy Vary’de görülmeye değer yerlerden biri de, sıra sıra sütunların yer aldığı kentin en büyük sütunlu bölümü (124 sütunlu) olan Mill Kolonad. Burası neo-rönesans stilinde 1871-1881yılları arasında ünlü Çek mimar Josef Zitek tarafından inşa edilmiş. Karlovy Vary’nin geleneksel sembollerinden biri olan Mill Kolonad’ın portkolu kısmını senenin oniki ayını tasvir eden oniki heykel süslüyor. Bu portikolu kapalı kısımda birkaç sıcak su kaynağı var. Hemen yan taraftaki 3.Kaplıca Evi 1866 yılında inşa edilmiş.
Cekya - 30-Karlovy-Vary.jpgMill Kolonad karşısında, Tepla Irmağı’nın sağ kıyısındaki Vridelni Caddesi üzerinde 19. yüzyıl sonuna tarihlenen göz alıcı yapılar var. Zaten Karlovy Vary’deki en gösterişli yapılar, kentin refah düzeyinin yüksek olduğu 1870-1890 yılları arasında inşa edilmiş. O yıllarda kent çok yoğun bir yapılaşmaya sahne olmuş. Bu yapılardan ünlü İsviçreli mimar Corbusier de etkilenmiş. Ona göre Karlovy Vary Çekya’daki en omojen ve cazibeli mimariye sahip kent.
Cekya - 31-Karlovy-vary.jpgKarlovy Vary’de çok güzel parklar var. Dvorjak, Mozart, Smetana ve Richmond Park gibi…Bu parkların varlığı kente ayrı bir güzellik katıyor. Bunlardan güzel bir çeşmenin de yer aldığı Smetana Park, ilk gezdiğimiz Elizabeth Kaplıcası karşısındadır. Bu aynı zamanda 5.nci kaplıca olarak bilinir. 1906 yılında inşa edilmiş.
Cekya - 32-Karlovy-Vary.jpgParkın karşısına gelen Postane Binası, yine kentin etkileyici yapılarından biri. Sonuçta Karlovy Vary’de görülmesi gereken kısım Postane ile Pubb Hotel arasında kalmaktadır.

Karlovy Vary’ye Nasıl Gidilir  :

Prag’dan Karlovy Vary’ye ulaşmanın en iyi yolu otobüs. Prag metro istasyonu yanındaki Florenc Otobüs Terminali’nden bineceğiniz otobüs sizi yaklaşık 2 saat 15 dakika gibi bir sürede Karlovy Vary’ye ulaştırıyor. Otobüsten indikten sonra yürüyerek tüm kenti gezebilirsiniz.
Karlovy Vary’ye giden iki otobüs firması var. Biz giderken Regiojet’i tercih ettik. Diğerine göre biraz daha konforlu. Kişi başı tek gidiş fiyatı 170 CZK. Ödemeyi ister Euro, ister Çek Kronu ile ya da kredi kartıyla yapabiliyorsunuz. Dönüşte ise Flix Bus’ı tercih ettik. Kişi başı 170 CZK ödedik.

 Karlovy Vary’den Ne Alınır  :

Karlovy Vary’ye özgü bir şey alacaksanız, buraya gelen birçok kişi gibi tercihiniz üzeri resimli porselen maşrapalar olmalı. Şehirde dolaşırken buradaki çeşmelerden akan kaynak sularından bu maşrapalara doldurup içen turistlere rastlıyorsunuz. Çeşitli renk, desen ve formlardaki bu maşrapaları satan birçok dükkan var.
Cekya - 33-Karlovy-Vary.jpgPrag kısmında bahsettiğim gibi, yine bu şehre özgü bir içki olan Becherovka, buradan alınabileceklerin başında gelir. %40 alkol içeren, çeşitli ot ve baharatın Karlovy Vary maden suyu ile damıtılması sonucu ortaya çıkmış tarçın tadındaki bu likör, ağızda nefis bir tat bırakıyor. Ben de her gelişimde en az birkaç şişe almadan dönmüyorum. Hem yemek öncesi, hem de sindirimi kolaylaştırdığı için yemekten sonra içilebiliyor.
Cekya - 34-Karlovy-vary.jpgKarlovy Vary’nin keten helvası meşhur. Stara Louka ana caddesi üzerindeki dükkanlardan birinde onluk paketler halinde bulabilirsiniz.
Yine Prag kısmında bahsettiğim granat taşı, buradan alınabilecek hediyeliklerden biri. Koyu kırmızı renkteki bu taştan yapılma kolyeler, küpeler, bilezikler kuyumcuların vitrinlerini süslüyor. Stara Louka üzerinde, sahibi Türk olan ve Türklerin sıkça alışveriş ettiği bir dükkan var.
Bilindiği gibi Çekya’nın kristalleri meşhur. Bunların başında Moser kristalleri geliyor. Lazenska Caddesi (Veba sütunundan sonra) üzerinde bu kristalleri satan dükkanlar var. Kristaller oldukça pahalı. Ama her bütçeye uygun küçük hediyelikler de var. Ayrıca aynı cadde üzerinde meşhur Thun porseleni mağazası var.

Karlovy Vary’de Yeme – İçme  :

Karlovy Vary’de bugüne kadar tek bir restoranda yemek yedim. Çünkü burada hem yediklerimden ve hem de servisten her zaman memnun kalmıştım. Ayrıca fiyatlar gayet makuldü. Burası Stara Louka caddesi üzerinde, biraz geride kalan U Svejka . Restoranın önünde Aslan Asker Svayk’ın bir maketi var. Geleneksel Çek mutfağının lezzetli yemeklerini sunan bu restoranda genellikle tercihim ördek eti oluyor. Ama bunun yanı sıra biftek olsun ya da tavşan gibi diğer av hayvanlarının etlerini de gayet güzel pişirirler. Yanında pilav ya da lahana gibi sebzelerle servis ederler.
Cekya - 35-Karlovy-Vary.jpg Cekya - 36-Karlovy-Vary.jpg

Prag defalarca gezdiğim ve her gezdiğimde büyük keyif aldığım bir şehir. Bu defa uzun bir aradan sonra Prag’a tekrar dönüyordum ve bu sefer keyfini olabildiğince çıkaracaktım. Dört gün konaklayacağım bu güzel şehri gezmeye iki tam gün ayırmıştım.

Prag tam bir açık hava müzesi. Şehrin merkezinde dolaşırken başınızı nereye çevirseniz ya tarihi ya da mimarisi güzel bir yapıyla karşılaşıyorsunuz. Şehir sizi daha ilk görüşte büyülüyor. Gezdikçe daha fazla sevmeye başlıyorsunuz Prag’ı. Sizi giderek kendine bağlıyor. Ünlü Çek yazar Franz Kafka Prag ile ilgili şöyle demiş : “Prag gitmenize izin vermez, bu küçük annenin pençeleri var. Bu kentte boyun eğeceksin, kurtulmak istiyorsan ise ateşe vermekten başka çare yok.”.

UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne 1992’de dahil edilmiş Prag için bugüne kadar çok farklı tanımlamalar, yakıştırmalar yapılmış. Bin kuleli kent, kuzeyin Roması, hüzün veren kent, aşıklar şehri, Altın Prag, bunlardan birkaçı. İşte Prag tüm bu tanımlamalara uyuyor. O da İstanbul ve Roma gibi yedi tepe üzerine kurulmuş.

Gezmesi son derece kolay olan bir kent. Yürüyerek rahatlıkla gezilebiliyor. Her gelişimde ve yaptığımı turlarda kenti yürüyerek gezdim. Zaten bir kenti daha iyi tanıyabilmenin, anlayabilmenin yolu da yürümekten geçiyor. Ama yine de kentin ruhunu anlamak ve onu tanımak oldukça zor. Sanırım bunun için belli bir süre Prag’da yaşamak gerekiyor.

Kentin ortasından, Hamburg’dan Kuzey Denizi’ne dökülen Elbe nehrinin bir kolu olan Vltava nehri geçiyor. Kuzeyden güneye doğru akan bu nehir, Prag kentini de ikiye bölüyor.
Nehrin sağ yakasında iki semt var. Biri Eski Kent (Stare Mesto), diğeri ise onun güneyinde kalan Yeni Kent (Nove Mesto). Yalnız yeni dediysem sakın ola ki mimarisi yeni binalar akla  gelmesin. O da eski; sadece yüzyıl farkı var. 13-15 yüzyıllara tarihlenmiş eski binalar, burada yerini 17-18 yüzyıllara ait barok üsluba bırakmış.
Nehrin sol yakasına gelince, orada da iki semt var. Biri bir zamanlar Bohemya krallarının yaşadığı saray ve şatoların yer aldığı Hradcany, diğeri ise onun daha güneyinde kalan Mala Strana (Küçük Mahalle) diye adlandırılan kısım. İşte bu dört semti de Prag’a geldiğinizde  mutlaka gezmelisiniz.
Cekya - 1-Prag.jpg

Prag sanatseverlere hitap eden bir kent. Resim galerileri, müzeleri, tiyatroları ve sanatsal etkinlikleriyle tam bir kültür ve sanat kenti. Smetana ve Dvorjak gibi klasik müzik alanında büyük üne sahip iki önemli besteci yetiştirmiş. Müzisyenlere karşı saygılı ve vefalı olan bu kent, zamanında Mozart, Beethoven, Chopin, Liszt, Wagner, Weber gibi büyük ustaları ağırlamış. Bugün de Mozart başta olmak üzere bu büyük sanatçıların konserleri devamlı düzenleniyor.
Ayrıca edebiyat alanında da ünlü yazarlar yetiştirmiş. Bunların başında Franz Kafka geliyor. “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”ni yazan Milan Kundera, “Aslan Asker Şvayk”ın yazarı Jaroslav Hasek, 1984’de Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış Çek şair Vitezslav Nezval bunlardan ilk aklıma gelenler. 

Prag Havalimanı’ndan Şehir Merkezi’ne Ulaşım :

 Prag Vaclav Havel Uluslararası Havalimanı  şehir merkezinin yaklaşık 17 km kadar kuzeybatısında bulunuyor. Trafik durumuna göre 30-35 dakikalık bir sürede kent merkezine ulaşıyorsunuz. Bunun için iki seçenek var. Bunlardan biri taksi kullanmak. Taksi için ödenen ücret 30 Euro civarında. Gideceğiniz yere ve trafiğin durumuna göre birkaç euro fazla ya da eksik olabilir. Eğer 3 ya da 4 kişiyseniz ve eşyanız fazlaysa, taksi ile otele kadar gitmek uygun olur. Diğer seçenek ise havalimanından kalkan havalimanı otobüsünü (Airport Express) tercih etmek. Yalnız bu otobüs tren istasyonuna kadar gidiyor. Buradan otele yürümek zor olursa, metro ya da tramvay kullanmak zorunda kalabilirsiniz. 

Prag’da Ulaşım    :

Prag yürüyerek rahatça gezebileceğiniz ve güzel keşifler yapabileceğiniz bir şehir.  Ama bazen zaman kaybetmemek adına ya da biraz daha uzak mesafelere ulaşabilmek için şehir ulaşım araçlarından yararlanmanız gerekiyor. Bunun için metro ya da tramvayı tercih edebilirsiniz. Metroda 30 dakika geçerli bir bilet için 24 CZK ödüyorsunuz. Bu biletler tramvayda da geçerli. Örneğin biz turumuza sabah erken saatte Hradcany Kalesi’nden başladık. Bulunduğumuz yerden yürümek büyük zaman kaybına yol açacağından, otelin yakınındaki duraktan tramvaya binip, indikten sonra kısa bir yürüyüşle bilet gişelerine ulaştık. Bu konuda konakladığınız otel size yardımcı olabilir.

Şehirler arası ulaşımda da otobüs ya da trenden birini tercih edebilirsiniz. Karlovy Vary, Cesky Krumlov gibi şehirlere otobüsler Florenc Otobüs Terminali’nden kalkıyor. Tren istasyonu ise onun hemen biraz ilersinde.

Prag’da Konaklama  :

 Prag’da her bütçeye uygun çok sayıda otel seçeneği var. Booking.com gibi sitelerden size uygun olan rezervasyonu yapabilirsiniz. Ben oteli seçerken en çok dikkat ettiğim otelin temizliği, konumu ve bir de kalite – fiyat dengesidir. Tüm bu özelliklere sahip otel olarak B&B Hotel Prague City’yi önerebilirim. Dört gün konakladığımız ve iki kişilik oda+ kahvaltı toplam 250 Euro ödediğimiz bu otelden memnun kaldık. Her şeyden önemlisi Florenc otobüs terminaline 7-8 dakikalık bir yürüme mesafesindeydi. Bu bize Karlovy Vary ve Cesky Krumlov’a giderken büyük kolaylık sağladı. Yine kentin merkezi kabul edilen Astronomik Saatin bulunduğu meydana yürüyerek 20 dakika gibi bir sürede ulaşabiliyorsun.

Başka bir gelişimde kalmış olduğum 4 yıldızlı Ambiance Hotel, yine memnun kaldığım fiyat-kalite dengesi iyi olan bir işletme. Odaları geniş ve konforlu. Tren ve otobüs istasyonuna biraz uzak da olsa, meşhur Karl Köprüsü’ne yaklaşık 20 dakikalık bir yürüme mesafesinde.

Prag’da Yeme – İçme  :

Prag’da akşam gittiğimiz U Pavouka bir Ortaçağ tavernası. Kentin merkezinde Celetna sokağı içindeki bu tavernanın hem eğlencesinden, hem de yediklerimizden memnun kaldık. Oldukça büyük ve size o Ortaçağ atmosferini yaşatacak bir mekan. Önceden rezervasyon gerekiyor. Özellikle hafta sonları yer bulmak zor. Program saat 20.00’de başlıyor ve 22.30’a kadar sürüyor. Kişi başı ödenen ücret akşam yemeği ve sınırsız içki dahil (bira ya da şarap olabilir) 50 euro.


Cekya - 2-Prag.jpgKarl Köprüsü ayağındaki Mlynec, yemeklerin lezzetli olduğu beğenilen şık bir restoran. Yalnız fiyatlar oldukça yüksek. Ana yemekler 30 Euro civarında.
Çek yemeklerinden sıkılanlar ya da bu tip yemeklerden hoşlanmayanlar için Pizzeria Kmotra’yı tavsiye ederim. Milli Tiyatroya yürüme mesafesinde. Geniş bir mekan. Alt katı da var. Fiyatlar uygun. Pizzaları lezzetli.

Prag’da bir kafeye oturup bir şeyler içmek isterseniz, ilk önereceğim Slavia Cafe olur. Geçmiş yıllarda edebiyat ve sanat dünyasından birçok ünlü kişinin ziyaret ettiği bu kafeye ünlü şairimiz Nazım Hikmet de Prag’da bulunduğu günlerde gelirmiş. Ortadaki aynanın arka tarafında bir resmi var. Şık ve büyükçe bir mekan. Milli Tiyatro yakınındaki bu kafenin bir tarafı Vltava nehrine bakıyor.
Cekya - 3-Prag.jpg Prag’ın Tarihi   :

Çekler tarih boyunca yabancı işgallere uğramış slav kökenli mazlum bir halk. Prag Kalesi Hradcany’nin yapımıyla 9. yüzyılda başlayan Prag tarihi hep yabancı işgallerden oluşuyor. Bunların en uzunu 400 yıl kadar süren Habsburg hükümranlığı olmuş. Avusturya-Macar İmparatorluğu’nun 1918’deki çöküşü sonucu, Çeklerin ve Slovakların birleşmesiyle Tomas Masaryk başkanlığında kurulan Çekoslavakya’nın bu ilk bağımsızlık dönemi sadece 20 yıl sürmüş. 1938’de ülke Nazi Almanyası tarafından işgal edilmiş. 1948’de ise Sovyet denetimi altına girmekten kurtulamamış. 1968’de kısa süren bir özgürlük rüzgarını tanklarıyla dağıtan Sovyetler, bir 20 yıl daha ülkeyi boyundurluk altında tutmuş. Özgürlüğüne Soğuk Savaş bitimiyle 1989’da tekrar kavuşan Çekoslavakya, bu defa da 1993’de Slovakya’nın dayatması üzerine barışçıl bir biçimde ikiye ayrılmış. Böylece Prag Çek Cumhuriyeti’nin başkenti olurken, Bratislava Slovakya’nın başkenti olmuş.

 Prag’da Gezilecek Yerler :

 Prag yürüyerek gezilebilen bir müze kent. Görülecek ve yaşanacak çok şeyin olduğu bu kente,  minimum iki tam gününüzü ayırmalısınız. Aslına bakacak olursak bu bile yeterli değildir. Prag’da dört beş gün geçirseniz dahi hem sıkılmaz, hem de keşfedecek bir şeyler bulursunuz.

Prag’a her gelişimde burada gezdirdiğim gruplarla tura Hradcany Kalesi’nden başladım ve turu eski kentteki Astronomik Saatin önünde bitirdim. Geziye bu şekilde başlamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu güzergah üzerinde görülecek çok sayıda tarihi yapı ve manzara fotoğrafı çekebileceğiniz yer vardır. Ayrıca kentin tarihini anlamak bakımından kaleden başlamak daha uygun olur. Eğer kaldığınız otel kaleye uzaksa, tramvayla buraya ulaşıp, daha sonra yürüyerek kaleden başlayıp aşağıya doğru devam etmeniz yerinde olur.

*Hradcany Kalesi  :

Kafka’nın ünlü romanı “Şato”yu buradan esinlenerek yazdığı söyleniyor. Kale (şato) tepede olduğu için Vltava nehri kıyısından baktığınızda görülebiliyor. Aslında burası tek bir bina değil, bir çeşit külliye. Yani içinde sarayların, konutların, kiliselerin, katedralin yer aldığı devasa bir yer. 9. yüzyılda yapımına başlanan Hradcany Kalesi (“Hrad” Çek dilinde kale ya da şato anlamına geliyor), 19 yüzyıla kadar büyüyerek devam etmiş. Bu nedenle burada romenesk, gotik, Rönesans, barok, rokoko gibi farklı dönemlere ait mimari üsluplarla inşa edilmiş yapılar görmekteyiz.
Cekya - 4-Prag.jpgKaleye girmeden önce, hemen önündeki Hradcanske Meydanı’ndaki önemli yapıları görmek gerekir. Meydanın solundaki rokoko mimarisiyle yapılmış bir cepheye sahip Başpiskoposluk Sarayı’nda Mozart’ın hayatını anlatan Amadeus filminin bir bölümü çekilmiş. Onun hemen karşısında yer alan Rönesans stilindeki Schwarzenberg Sarayı. 1945’den beri Askeri Tarih Müzesi olarak hizmet veriyor.
Cekya - 5-Prag.jpgSonrasında kalenin kapısından içeriye adımımızı atıyoruz. Kapıdaki aslan heykeli Bohemya’nın, kartal ise Moravya’nın sembolü. Kapının her iki yanında Ignatz Platzer’in yaptığı Titanların Savaşlarını konu alan heykel grubu var.
Cekya - 6-Prag.jpg1 ve 2. avludan sonra geldiğimiz 3. avluda göz kamaştıran, etkileyici St.Vitus Katedrali yükselir. Prag’ın bu en büyük kilisesi iki gotik kulesi ve Rönesans stilindeki çan kulesi ile Prag’a o büyülü karakterini veren bir yapı. Bu kuleler Prag’ın simgeleri gibi. Alman mimar Peter Parler’in 14. yüzyıldaki bu eserinin ilginç olan iç kısmını gezmenizi öneririm. Buradaki en etkileyici kısım, Ülkede 10. yüzyılda Hıristiyanlığı yaymış olan ve sonrasında Bohemya’nın aziz koruyucusu ilan edilmiş Venceslas’ın (Vaclav) mezarının olduğu şapel ile onun solundaki Aziz Jean Nepomuk’un gümüşten mezarının bulunduğu şapeldir. Ayrıca hatırı sayılır boyutlardaki sütunları ve çok renkli vitraylarıyla göz kamaştırır. Yalnız içeriye girebilmek için kuyrukta beklemeyi göze almanız gerekir. Buraya sabah saatlerinde geldiğim için her zaman turist yoğunluğu ile karşılaştım; özellikle de yaz ve bahar aylarında. Sanırım öğleden sonra katedrale girmeniz çok daha kolay olur.
Cekya - 7-Prag.jpgBu avluda katedralin dışında eski Kraliyet Sarayı bulunuyor. Bir dönem Bohemya krallarının yaşadığı bu saray, 1989’daki Kadife Devrim’in ardından Cumhurbaşkanı’nın Sarayı olmuş. Ardından büyük bir bölümü müze haline getirilmiş ve şu anda ücretli olarak kombine bir biletle gezilebiliyor. Sarayın karşısında Aziz George’un birçok yerde rastladığımız ejderhayı öldürürken görülen heykeli yer alıyor.
Kalenin içinde yürüyüşümüzü sürdürdüğümüzde 3.avlunun arkasında kalan bir diğer avluda Prag’ın en eski kilisesi olan St.George Bazilikası yer alıyor. 12. yüzyılda romanesk üslupla yapılmış olan bu kilisenin cephesine 1680’de barok süslemeler eklenmiş. İç kısmı yine ücretli olarak geziliyor.
Cekya - 8-Prag.jpgOnun karşı köşesinde Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa tarafından yaptırılmış bir aş evi bulunuyor. Buradaki dar sokaktan ilerleyip, sol tarafa döndüğümüzde Prag’ın en şirin köşelerinden biri olan Altın Sokak (Zlata Ulicka) ile karşılaşırız. Bu pitoresk küçük sokakta renkli tipik küçük evler sıralanır. Söylenildiğine göre bu sokakta sıralanan 24 küçük ev 16. yüzyıl sonunda Bohemya Kralı II.Rudolf’un muhafızlarını barındırmak için inşa edilmiş. Günümüzde ise el yapımı sanatsal değeri olan objeler satan dükkanlar haline gelmiş. 22 numaralı evde Franz Kafka bazı hikayelerini yazmış. Burası da ücretli gezilebiliyor. Hemen yan taraftan kombine bir bilet alıp hem bu sokağı, hem de kalenin içindeki St.George Bazilikası, Kraliyet Sarayı ve St.Vitus Katedrali’nin bazı ücretli olan bölümlerini gezebilirsiniz. Kale içindeki bu geziniz vereceğiniz kısa molalar ve fotoğraf çekimleri dahil olmak üzere yaklaşık yarım gününüzü alır.
Bu arada kaleden aşağıya doğru inerken, Prag’ın tepeden panoramik fotoğraflarını çekebileceğiniz manzara noktalarıyla karşılaşırsınız. Kırmızı kiremitli çatıları, sivri kuleleri ile Vltava nehri kıyısındaki bu göz kamaştıran şehrin birbirinden güzel fotoğraflarını buralardan çekebilirsiniz.
Cekya - 9-Prag.jpg Cekya - 10-Prag.jpgKarl Köprüsü yakınına geldiğinizde ise Vltava nehri kıyısına kadar inip, buradan köprü manzaralı fotoğraflar çekmenizi öneririm.
Cekya - 11-Prag.jpg Cekya - 12-Prag.jpg*Karl (Charles) Köprüsü  :

Prag’ın sembolü olan meşhur köprüsü. Vltava Nehri üzerinden geçen 18 köprüden en güzel ve en eski olanı. San Vitus Katedrali’ni de inşa eden dönemin ünlü mimar ve heykeltıraşı Peter Parler tarafından 1357’de yapılmış. Köprüye adını veren IV.Karl dönemin Bohemya Kralı. Kumtaşından yapılmış onaltı büyük ayak üzerine dayanmış olan bu güzel köprü, Eski Kent (Stare Mesto) ile Mala Strana’yı (Küçük Mahalle) birbirine bağlıyor. Genelde turlarına Hradcany Kalesi’nden başlayan turistler, Karl Köprüsü’nü boydan boya geçerek Eski Kente yönelirler.
Cekya - 13-Prag.jpgYalnız köprüyü geçmeden önce, diğer tarafta kalan Mala Strana mahallesini de gezmek gerekir. Hemen köprünün devamı olan Mostecka Sokağı, sokağın sonundaki barok mimarinin başyapıtlarından St.Nicolas Kilisesi, onun yukarısındaki Malostranske Meydanı, onun ilerisindeki Nerudova Sokağı  ve birçok göz alıcı yapıyı barındıran diğer ara sokakların Prag’ı daha iyi tanımak için görülmesi gerektiğini düşünüyorum.
Cekya - 14-Prag.jpgKarl Köprüsü’nün en önemli özelliği ise iki korkuluk boyunca sıralanmış kumtaşından yapılma 30 heykeli. Bunların çoğu kopya, sadece 10 tanesi (siyah olanlar) orijinal. Orijinallerini Ulusal Müze’de görebilirsiniz. Heykeller 17 ve 18. yüzyıllara tarihleniyor. Yani gotik dönemde (14.yy) yapılmış köprünün üzerine barok stil eklenmiş. Dini anlamı olan bu heykellerin dikilmesinin nedeni bir çeşit Katolik propaganda.
Köprü günün her saati kalabalık. Köprünün üzerinden geçerken amatör ressamlara, konser veren amatör müzisyenlere rastlayabilirsiniz. Buradan nehrin kıyısındaki güzel yapıların fotoğraflarını çekebilirsiniz. Bunlardan  bir tanesi de, köprünün eski kent tarafındaki ünlü Çek besteci Smetana’nın Müzesi.
Cekya - 15-Prag.jpgOnun ilersinde de altın yaldızlı kubbesiyle dikkat çeken 1883’de açılmış Milli Tiyatro Binası var.
Cekya - 16-Prag.jpgKöprünün bitiminde sol tarafta IV.Karl’ın heykeli bizi karşılar. Bohemya’ya en parlak dönemini yaşatan IV.Karl, kentte birçok yapıya imza atmasının yanı sıra, Prag Üniversitesi’ni de 1348’de kuran kişi.
Buradan eski kentin merkezi kabul edilen Astronomik Saate kadar olan yürüşümüzü Karlova Sokağı’ndan sürdürürüz. Burası Prag’ın mağazalarla, dükkanlarla dolu olan alışveriş sokaklarından biridir.

*Astronomik Saat  :

Eski Belediye Binası yanındaki 14. yüzyıla tarihlenen kulenin bir kenarına yapışık olan Astronomik Saat, Prag’a gelen herkesin en çok merak ettiği yapıların başında gelir. 16. yüzyılda üstat saatçi Hanus tarafından geliştirilmiş olan bu sanat eseri, iki kadran ve hareket eden heykellerden oluşmaktadır. Saatin en büyük özelliği, her saat başı İsa’nın 12 havarisinin kulenin iki penceresi arasında gidip gelmesi. Horozun ötüşü ile başlayan hayat, iskeletin çektiği iple sona eriyor. İşte her saat başı buraya toplanan meraklı kalabalık bu seremoniyi izliyor. Burası turistlerin de en çok bulunduğu yerlerin başında geliyor. Ayrıca hırsızlık olaylarının zaman zaman yaşandığı Prag’da para ve pasaportunuza en çok dikkat etmeniz yerlerden biri.
Cekya - 17-Prag.jpgYukarıdaki kadran saatin kendisi olup, saati, günü ve ayı gösterir. Çağın bilgileri sınırlarında alınan yaklaşık değerlerle ayın ve güneşin hareketlerini izler. İnanması güç ama 500 sene öncesinin mekanizması ile çalışmaya devam eder. Bana Fransa’nın Strasburg kentindeki katedralde gördüğüm saati hatırlatıyor.
Aşağıdaki kadran ise bir takvim. Ortasında eski Prag kentinin arması (üç kule ve bir kapı) var. Bu arma zodiak burçları ile çevrilmiş. Bunlar da senenin oniki ayını sembelize eden 12 madalya ile çevrelenmiş. 19 yüzyılda yaşamış en büyük Çek ressamı Joseph Manes’in bu eserinin Astronomik Saat ile alakası yok.

Astronomik Saatin bulunduğu kuleye 250 CZK (10 Euro) ödeyerek çıkabiliyorsunuz. Yalnız buna değiyor. Yukarıdan Prag’ın farklı yönlerden muhteşem manzaralarıyla karşılaşıyorsunuz. Çok güzel fotoğraflar çekebilir ve bu güzel manzaranın tadını çıkarabilirsiniz. Gün batımına doğru çıkmanızı öneririm.
Cekya - 18-prag.jpg Cekya - 19-Prag.jpgSaatin solundaki yapı Eski Belediye Sarayı. Günümüzde burada evlenmek çok popüler. Genç evliler belediye sarayının bu göz kamaştıran gotik kapısından geçerler. Belki siz oradayken buradaki bir evliliğe şahit olabilirsiniz.
Bu binanın tamamen sol tarafında ise 1611’de İtalyan Rönesans stiliyle inşa edilmiş U Minuty Evi var. Cephesi resimlerle kaplanmış mitolojik figürler içeren bu evde, söylenildiğine göre Franz Kafka çocukluğunda birkaç yıl yaşamış.

*Staromestske Meydanı  :

Hemen saatin yanındaki devasa meydan eski kentin merkezi. Prag’ın en turistik yerlerinden biri. Meydan birbirinden güzel yapılarla çevrili. Tam karşıda gotik cephesi ve sivri kuleleriyle dikkat çeken Notre Dame de Tyn Kilisesi.
Onun sol tarafındaki pembe boyalı güzel yapı 1755’de barok mimariyle inşa edilmiş Golz Kinsky Sarayı. Bir diğer köşede barok bir yapı olan St.Nicolas Kilisesi var.  Onun yanından uzanan Parizska (Paris) Sokağı sizi biraz ilerdeki Yahudi Mahallesi’ne kadar götürür.

Meydanın tam ortasındaki heykel, öncelikle Çek tarihinde, ama aynı zamanda Avrupa tarihinde önemli bir kişilik olan Jan Hus’a ait. Bu devrimci din adamı yozlaşmış Katolik kilisesine başkaldırdığı için 1415’de diri diri yakılarak öldürülmüş. Onun ölümünün 500. ölüm yılı anısına da bu heykel 1915’de buraya dikilmiş. Dünyada milli dirinişin erken örneklerinden biri sayılan Jan Hus hareketinden birçok kişi gibi Protestanlığın babası kabul edilen reformcu Martin Luther de etkilenmiş. Anıtın altındaki yazıda şöyle bir söz yazılı : “Zaferi gerçek kazanacaktır”.
Cekya - 20-Prag.jpg*Notre Dame de Tyn Kilisesi  :

Eski Kent meydanındaki bu görkemli kilise 1365’de inşa edilmeye başlanmış ve 15. yüzyılın ikinci yarısında tamamlanmış. Prag’a özgü külah şeklindeki ince kuleleriyle dikkat çekiyor. Kiliseyi yapan Karl Köprüsü ve St. Vitus Katedrali başta olmak üzere kente birçok eser kazandıran ünlü mimar Peter Parler.
Kilisenin en güzel fotoğraflarını Astronomik Saat’in bulunduğu kulenin tepesinden çekebilirsiniz.
Cekya - 21-Prag.jpg*Barut Kulesi  :

Stromestske Meydanı’ndan kentin zarif yaya yollarından biri olan Celetna sokağını izleyerek bu tarihi kuleye ulaşıyorsunuz. Bu arada her iki yanı saraylar ve soylu konutlarla sınırlanmış Celetna sokağı da, Prag’ın görülmesi gereken yerlerinden biridir.

Bu kule Ortaçağ’da surlarla çevrili Prag’ın sur kapılarından biriymiş. 65 metre yükseklikteki kule 1395’de geç gotik tarzda inşa edilmiş. 17. yüzyılda bir cephane deposunu barındırması nedeniyle bu isimle anılmaya başlanmış. Bohemya azizleri ve hükümdarlarının heykelleri ve armalarıyla süslü olan Barut Kulesi Prag’ın ilginç külahlı binalarından biri.
Cekya - 22-Prag.jpgKule Cumhuriyet Meydanı’na (Namesti Republiky) bakıyor. Hemen kulenin yan tarafında göz alıcı bir bina var. Bu kocaman art nouveau tarzında 1905-1911 yılları arasında inşa edilmiş bina, Belediye Sarayı. Bu bina içinde birkaç restoran, girişte çok şık bir kafeterya var. Ayrıca buradaki Smetana Konser Salonu’nda klasik müzik konserleri düzenleniyor. Bir gelişimde buradaki afişte bizim ünlü piyanistimiz Fazıl Say’ın bir konserinin düzenleneceğini görmüştüm.

*Yahudi Mahallesi (Josefov) :

Eski kentteki Yahudi mahallesi Prag’da ziyaret edilmesi gereken yerlerden birisidir. Meydandan Parizska sokağına girildikten sonra, soldaki Siroka sokağına sapılarak buraya ulaşılır. Bu mahalleye Josefov ismi verilmesinin nedeni, İmparator II.Joseph’in 1781’de yayınladığı Hoşgörü Fermanı ile getto koşullarının Yahudiler için iyileştirilmesi ile ilişkilidir. 13. yüzyılda Yahudi gettosu burada kurulmuş ve 19. yüzyıl başlarına kadar çevresi duvarlarla örülü bu gettonun içerisinde Yahudiler hayatlarını sürdürmüşler. O tarihten sonra eski binalar yıkılarak, yerine yenileri yapılmıştır.

Bu mahallede Avrupa’nın en eski (15.yy tarihlenen) ve en önemli Yahudi mezarlığı bulunmaktadır. 20 bin civarında mezar taşının olduğu söylenen mezarlıkta mezarlar birbirine dayanmış iskambil kağıtları kadar sık bir taş kümesi halindeler. Taşlar son derece eski. En eski mezar 1439 yılından kalma ve bilgin Avigdor Kara’ya aitmiş.

Josefov’da birkaç tane sinagog yer alıyor. Avrupa’daki en eski sinagog burada. Staronova Sinagogu gotik bir yapı ve 1270 tarihli. Ayrıca burada Maisel Sinagogu, Pinkas Sinagogu ve bugün bir müze olarak kullanılan Klausen Sinagogu yer almaktadır. Sinagoglar Cumartesi günleri Şabat nedeniyle kapalı. Ama diğer günler ziyaret edilebiliyor.

*Vaclavske Meydanı – Ulusal Müze  :

Prag’ın bu kocaman meydanı Ulusal Müze’ye kadar uzanır. 750 metre uzunluğundaki bu meydan1989’da Kadife Devrim’in gerçekleştiği yerdir. Her iki yanında şık mağazaların bulunduğu meydana Prag’a yolu düşenler mutlaka uğrar.
Meydanın güney ucundaki Ulusal Müze 1890’da Rönesans tarzında inşa edilmiş görkemli bir bina. 1968’de Prag’a giren Sovyet askerleri bu binayı parlamento sanarak ateşe vermişler. Müzenin önünde yer alan heykel, Bohemya’nın aziz patronu Wencleslas’a ait. Heykeli 1912-1913 yılları arasında Myslbek yapmış.1968’deki Sovyet işgalini protesto amacıyla felsefe öğrencisi Jan Palach kendini heykelin yanında yakmış. Bunun yanı sıra bu meydan birçok trajik olaya sahne olmuş.
Cekya - 23-Prag.jpgPrag’da bahsettiğim bu belli başlı yerleri gezmek için minimum iki tam güne ihtiyaç vardır. Ama aslında bu şehir daha fazla zaman geçirmeyi hak edecek kadar güzeldir. Bunların dışında bir Prag haritası edinip keyifli zaman geçirebileceğiniz birçok yeri gezerken keşfedebilirsiniz

Bugüne kadar hep gitmek isteyip, bir türlü fırsat bulamadığım bir şehir Cesky Krumlov. Çıktığım Orta Avrupa tur programlarında yer almamasının elbette bunda rolü var. Ama bu sefer Çekya’ya tatil için gidiyordum ve çevremdeki bazı kişilerden sıkça metnini duyduğum bu güzel şehri nihayet gezebilecektim. National Geographic dergisi tarafından dünyanın en iyi korunan 16 ortaçağ kenti arasında gösterilmesi merakımı ve ilgimi daha da arttırıyordu.

Cesky Krumlov Prag’ın 170 kilometre güneyinde yer alıyor. Avusturya sınırına çok yakın olan kente Viyana veya Linz üzerinden de ulaşılabiliyor. Biz Prag’dan otobüsle gittik. Yolculuk hemen hemen 3 saat sürdü. Otobüsten indikten sonra kent merkezine doğru yürürken karşıma çıkan yapılar ve manzaralar, bana  söylenildiği kadar güzel bir kente geldiğimi hissettirdi. Avrupa’daki kentlerin neredeyse üçte ikisini gezmiş biri olarak, Cesky Krumlov’un bugüne kadar gördüğüm kentlerden içinde en beğendiklerimden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Kent 1992’den beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde. Prag’dan akan Vltava nehri buradan da geçiyor. Nehir at nalı şeklinde kavis yaparak yoluna devam ediyor. Tabii bu da kente ayrı bir hava katıyor. Ortadaki yarımada ahşap ve taş köprülerle ana karaya bağlanıyor.
Cekya - 37-Cesky-Krumlov.jpgBurası yaklaşık 14 bin kişinin yaşadığı küçük bir yerleşim. Bir günde yürüyerek rahatça gezilebiliyor. Bazı turistler bizim yaptığım gibi çevredeki şehirlerden günü birlik gelip geziyorlar. Kimileri de bir gece burada konaklayıp bu göz kamaştıran harika şehrin keyfini daha fazla çıkarmayı tercih ediyor.
Kentte gezerken farklı ülkelerden gelmiş çok fazla turiste rastladığımızı söyleyebilirim. Bunların başında Çinli turistler geliyordu. Doğrusu bu derece Çinli turist yoğunluğu beni şaşırtmıştı. Kıcasası her mevsim ilgi gören kent, özellikle yazın düzenlenen festivaller (tiyatro, klasik müzik gibi) ve çeşitli etkinlikler nedeniyle daha fazla turist çekiyor. Turizm kentin en büyük gelir kaynağı.

Cesky Krumlov’daki gezimize kaleden başladık. Hradek, Prag’daki Hradcancy Kalesi’nden sonra, ülkenin ikinci büyük kalesi. Dev bir kayanın üzerinde yükselen kale, kentin iki yakasının birleştiren Lazebnicky Köprüsü’nden tüm heybetiyle karşımıza dikilir. 13. yüzyılda inşa edilmiş olan Hradek Kalesi, 16. yüzyılda Rönesans stiliyle yenilenmiş. Avlusundaki cepheler fresklerle süslü. 1947’e kadar son sahibi Schwarzenberg’lerin konutuymuş. O yıl kamulaştırıp müzeye çevrilmiş. Bugün rehberle birlikte gezilebiliyor. Turlar dev kemerlerin üzerindeki terasta bitiyor. Turistlerin çoğu terasta uzun bir mola veriyor. Buradan kentin çok güzel fotoğraflarını çekme imkanı buluyorlar. Terastan sonra, eğer isterseniz bahçe ve yazlık köşk turuna da katılabilirsiniz.
Cekya - 38-Cessky-Krumlov.jpgKale pazartesi hariç her gün saat 08.00-17.00 arası ziyarete açık. Eğer kaleyi gezecek fazla zamanınız yoksa, sadece yanındaki kuleye çıkmak için bilet alıp, oradan da şehrin fotoğraflarını çekebiliyorsunuz.
Cekya - 39-Cesky-Krumlov.jpg Cekya - 40-Cesky-Krumlov.jpgKaleden sonra, şehrin sokaklarında bir süre dolaştık. Arnavut kaldırımlı sokakları rengarenk yapılarla o kadar güzel ki, hayran kalmamak mümkün değil. Böyle güzel bir kentte büyük keyif alacağınız yürüyüşler yapabilirsiniz.
Cekya - 41-Cesky-Krumlov.jpg Cekya - 42-Cesky-Krumlov.jpgKentin tarihi ana meydanı Namesti Svornosti. Burada yaklaşık 300 yıllık Marian Veba Sütunu bulunur. Orta Avrupa’daki birçok kent gibi veba burada da büyük can kayıplarına yol açmış.
Ayrıca meydan renkli tarihi yapılarla çevrilidir. Burada bir kafeye oturup meydanda bulunmanın keyfini çıkarabilirsiniz.
Cekya - 43-Cesky-Krumlov.jpgSt.Vitus Katedrali, yüksek tonozlu çatısı, freskleri ve şapeli ile Avrupa’nın en ünlü dini yapılarından biri.
Cekya - 44-Cesky-Krumlov.jpgDaha sonra kavis yapan nehrin güneyde kalan diğer kıyısına çıktık. Burası da renkgarenk bir iki katlı evleri, onların bazılarının zemin karlarında bulunan restoran ve kafeleri ve yukarıya doğru yükselen yemyeşil tepeleriyle muhteşem bir güzellik sergiliyordu.
Cekya - 45-Cesky-Krumlov.jpgCesky Krumlov’a Nasıl Gidilir  :

Cesky Krumlov’a da Karlovy Vary gibi Prag’dan otobüsle ulaştık. Florenc otobüs terminalinden Flixbus firmasının saat 8.00’de kalkan otobüsüne bindik. Prag’ın güneyindeki Cesky Krumlov’a 3 saat gibi bir sürede vardık. Gidiş-dönüş bilet ücreti olarak kişi başı 298 CZK (12 Euro) ödedik. Bizim için rahat ve keyifli bir yolculuk oldu.
Avusturya sınırına yakın olmasından dolayı buraya Avusturya’nın Linz, Salzburg ya da Viyana gibi kentlerinden de ulaşabilirsiniz.

error: